kudusfilistin6Çetin bir imtihandan geçiyoruz. İmanımızla ve insanlığımızla sınanıyoruz. Duyarlılıkla, sadakatle, vermekle, buğzetmekle sınanıyoruz.  Allah için sevmemiz gereken kardeşlerimizin tarafında yer aldığımızı ilan etmek ve onlara destek olup dua etmekle olduğu kadar Allah için buğzetmemiz gereken zalimlere karşı olduğumuzu haykırmak ve onlara beddua etmekle de sınanıyoruz.

Kahır okumak ve beddua etmek, çoğu durumda hoş karşılanmamış, hatta yasaklanmıştır; ancak bazı özel durumlarda Allah düşmanlarına buğzetmenin, nefret duygularıyla onları tel’in etmenin de imanî bir tavır olduğu da unutulmamalıdır. 

Evet bizler, nice zamandır literatürümüzden silinmeye çalışılan ve fakat inancımızın mütemmim bir cüzü olan ‘beddua’ kavramını yok sayamayız.

Allah için buğzetmeyi ve kızmayı, fitnenin ortadan kaldırılması vurgusuyla hareket etmeyi, zalimin zulmüne dua ya da beddua diliyle karşı olduğunu ikrar ve ilan etmeyi; Kur’an ve sünnetin tasvip etmediği bir davranış biçimi olarak görmek ve dahi bu tavrı, Müslüman ahlakından uzaklaşma olarak ifade etmek ne ölçüde doğrudur? 

Bir hareket, yaşadığı dönemin fıkhına uygun bir metodu, öncelik ve önem sıralamasında başa alabilir. Mensuplarını bu vurgular doğrultusunda yetiştirebilir. Ancak bu anlayışla, kendisi gibi düşünmeyen ve davranmayan diğer Müslümanları tahfif etmek, horlamak dahası çizgi ötesinde saymak gibi bir yaklaşıma girilirse bu bir sapma ve kavramlarda tahrifat yapmak değil midir?     

 

Evet, bu soruların cevabını Filistin özelinden hareketle vermeye çalıştığımızda ilahi kelama ve nebevî sünnete parçacı değil, bütüncül bakmanın zarurî olduğu gerçeğini tespit etmemiz gerekir. Ayrıca Allah’ın (c.c) cemal ve celal sıfatlarını birbirinden ayırmadan meseleyi ele almak da tutarlı ve ölçülü biz çizgiye ulaşmak bakımından elzemdir. 

 

İslam ümmeti, kaç asırdır, düşmanlık duygularından uzak, halim selim duruşuyla ve zulümler karşısında suskunluğuyla zillete düçâr olmuştur. Elbette bu derekeye bizi sürükleyen sebepler, sadece bunlar değildir. Pek çok madde eklenebilir; ancak bu yazının kapsamı açısından şu cümleyle devam etmek gerekirse, yanlış anlayışlar, yanlış davranışları doğurmaktadır. İslam düşmanları, sinsi planlarıyla bizi etkisizleştirmeye çalışırken biz, tevazu ile zilleti, vakar ile yumuşaklığı, müsamaha ile hoşgörüyü birbirine karıştırmıştık. Bu kertede, düşmana buğzunu ve nefretini aleni haykıranlar, ya heyecanlı olmakla ya da köktendincilikle yaftalanmışlardır. Biz, temkin ve tedbirde, merhamet ve müsamahada adaletten uzaklaşırken düşmanlarımız çoktan köprüyü geçmişler ve bu halimizden hoşnut kalarak bizi kendi siyasi emellerinin nesnesi yapmışlardır.

Elbette tebliğ ve mücadele üslubu açısından genel kaide, ıslah ve ihyaya odaklanmaktır, biz ifsadın ve imhanın öznesi olamayız. Bize yönelen tehditler ve sataşmalar karşısında selam deyip geçmenin, af yolunu tutmanın, hikmetli davranmanın erdem olduğunun bilincindeyiz. Peygamberimizin Taif dönüşünde yaptığı: “Allahım! Kavmime hidâyet eyle, zira onlar bilmiyorlar” duasındaki ıslah, hidayet ve merhamet odaklı yaklaşımını ahlak edinmeliyiz. Kur’an ahlakı bunu gerektirir, doğrudur; ancak kesintisiz bir zulüm söz konusu olunca imanımızın bir başka boyutu devreye girmeli değil midir? Kahır lisanıyla konuşmak, Kur’an’ın mesajına ve ruhuna ters midir? Şefkat ve merhamet peygamberinin (s.a.s) üstün özellikleri içerisinde böylesi bir tutum yok mudur?  

 

Hz. Adem’den bu yana bütün peygamberlerin hayatları; tebliğ ve mücadele safhalarında ıslahı ve hidayeti merkeze aldıklarının; ancak ıslahın imkansızlaştığı dönemlerde nasıl bedduaya yöneldiklerinin örnekleriyle doludur. Çoğumuz, Kur’an-ı Kerim’de geçen bu nevi ayetleri belki unutmuş belki de kendi belirlediğimiz hareket tarzına aykırı durduğu için görmezden geliyor gibiyiz. 

Hz. Nuh (a.s) Kur’an’da belirtildiği üzere (Ankebut/14) 950 yıllık ömrü boyunca gece gündüz demeden açık ya da gizli, her şart ve durumda insanları Allah’a davet etmiş; fakat duyarsızlık ve inadi tavırla karşılaşınca o toplumun kafirleri için beddua etmiş ve Allah’a şöyle niyazda bulunmuştu:

“Rabbim, yeryüzünde kafirlerden yurt edinen hiç kimseyi bırakma. Çünkü sen onları bırakacak olursan, senin kullarını şaşırtıp-saptırırlar ve onlar, kötülükte sınırı aşan facir’den ve kafirden başkasını doğurmazlar.” (Nuh/26,27)

 

Diğer taraftan Hz. Musa (a.s) başta azgın Firavn’a, sonra da onun zulmünden kurtulduktan sonra sapan İsrailoğullarına tebliğ görevini yerine getirmiş; ancak ıslah olmalarından ümidini kesince onlara beddua ederek şöyle yalvarmıştı rabbine:

“Rabbimiz, onların mallarını yerin dibine geçir ve onların kalplerinin üzerini şiddetle bağla; onlar, acıklı azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyecekler.” (Yunus/88) 

 

Alemlere rahmet olarak gönderilen ve lanet etmekten sakınan ve sakındıran Aziz Peygamberimizin (s.a.s) Bi’r-i Maune’de şehid edilen 70 Kur’an hafızının acısıyla, bir ay boyunca sabah namazlarında okuduğu kunutlarda yaptığı beddua da hafızalarımızdan silinmişti sanki. 

“Gıfâr kabîlesini Allah mağfiret etsin, Eslem kabîlesine Allah selâmet versin, Useyye Allah’a ve Resûlüne isyan etmiştir. Allahım, Benî Lihyân’a lânet et. Ri’l ve Zekvân’a lânet et.” (Buhari, Cihad 17)

Aynı şekilde rahmet peygamberinin (s.a.s), Kâbe’de namaz kılarken kendisiyle alay eden müşrikler için ve Hendek muharebesinde Medine önlerinde toplanan düşmanın perişan olup dağılması için yaptığı bedduayı da kitaplara hapsetmiştik.

Bütün bu güzel örnekler, bize kulluğumuzun gereği bir davranış biçimi olarak beddualarımızı yerinde ve kararında dillendirmemiz gerektiğini öğretiyordu.

Bu çağa gelinceye kadar, insanların hidayete ulaşması ve imanlarının kurtulması konusunda  üstün gayret gösteren pek çok güzel insanın; zalimler karşısındaki dik duruşları ve beddua lisanıyla “ Zalimler için yaşasın cehennem!” haykırışında ifadesini bulan tavır alışları da nebevî çizgide yer alan güzel bir örneklikti bizim için.

Bu çerçevede bizler, zulmü ve zalimi tel’in eden pek çok ayetten de ya bîhaber yaşıyor ya da bakıyor ama görmüyor; okuyor ama anlamıyoruz…  

 

Dahası Kur’an-ı Kerimdeki pek çok ayet de zulmü tel’in eden bir söylemin meşru olduğuna işarettir.  

“Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun.” (Araf/44)

 “İsrailoğullarından küfredenlere, Davud ve Meryem Oğlu İsa diliyle lanet edilmiştir.” (Maide/78)

“..İşte onlara hem Allah lânet eder, hem bütün lânet edebilenler lânet eder” (Bakara, 2/159)

“Hayır, ama inkârlarından dolayı Allah onları lânetlemiştir” (Bakara, 2/88)

Bütün bu ayetlerle birlikte Rabbimizin Kelâm-ı Kadîm’inde başlı başına bir sure ayırarak küfründe aşırı giden İslam düşmanı olan Ebu Leheb örneğini verirken seçtiği kelimeler doğru anlaşılmalıdır.

 “Ebu Leheb’in iki eli kurusun; kurudu da. Malı da, kazandıkları da kendisine bir yarar sağlamadı. Alevli bir ateşe girecektir. Eşi de; odun hamalı (ve) boynuna bükülmüş bir ip (bağlanmış) olarak…”(Leheb 1-5)

Yeryüzünde hiçbir kul, Allah’tan ve O’nun resullerinden daha merhametli değildir. Kur’an-ı Kerim’de geçen her ayet, bize hitap etmekte, peygamberlerin tevhit mücadelesindeki usulleri de en güzel örnekler olarak bize yol göstermektedir.

Zaman: ‘Efendim, lanet okumak Müslümana yakışmaz, kahrolsun, demekle ne kazanacaksınız.’ deme zamanı değildir. Yaşanan bunca zulüm karşısında bile bu anlayışla hareket edilip kahır okumak yadsınır ve beddua etmek yadırganırsa işte o zaman şu ayet-i kerime, ilahi bir ikaza muhatap olduğumuzun delilidir: 

“ Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz.”  ( Hucurat/16) 

 

Evet, Filistin’de yaşanan zulüm, bizi yeniden dinimizi öğrenmeye ve yaşamaya, Allah için buğzetme ve Allah düşmanlarına karşı uyanık ve dikkatli olmaya, gerektiğinde kahır okuyup beddua ve tel’in etmeye sevk etmesi yönüyle ayrı bir ders verdiği için de çok önemlidir. Mazlumun âhının yerde kalmayacağı, zulme uğramışların ve zayıf bırakılmışların (bed)dualarının perdesiz olup Allah’a direk ulaşacağı hakikati de ayrıca hatırdan çıkarılmamalıdır. 

Nitekim beddua da neticede bir duadır ve Allah’tan yardım talebimizin farklı bir dille ifadesidir.

“Sizin duanız olmasaydı, Rabbim size değer verir miydi?” ( Furkan/77)

Bütün güzel isimler O’nundur. Rabbimiz, bu güzel isimleriyle kendisini tanımamızı ve O’na dua etmemizi bizden istemektedir.

Mağlup edilmesi imkansız mutlak galip olan, dilediğini zorla yapmaya muktedir olan; her istediğini yapacak surette hakim olan; kendisine inananlara izzet veren, yücelten, düşmanlarını zillete düşüren, hor ve hakir eden; suçlulara ve zalimlere hak ettikleri cezayı veren, verecek olan; her türlü tehlikeden kullarını selamete çıkaran Allah’ımız var bizim.“Allah’ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma, onları gözlerin korkudan dehşetle yerinden fırlayacağı  bir güne ertelemektedir.” (İbrahim, 42)

 

Biz Müslümanlar, gücünü Allah’tan alan bir ümmetiz. Yaslandığımız gücün farkında olmalı ve nasıl bir Allah’a iman ettiğimizin şuurunda olmalıyız. Biz kimsesiz değiliz, bize sahip çıkan, yardım eden Mevlâmız var. Tüm dengeleri alt üst edecek, tüm hesapları ve planları boşa çıkaracak “ Hayru-l Mâkirîn” olan Rabbimiz var.  Bütün planların ötesinde O’nun da bir planı var elbet.

Lâ gâlibe illallah…

 

O dilerse her şey olur, evet O dilerse zalimler kahru perişan, İsrail hâk ile yeksan  olur. Ne ihanet kalır ne zulüm, ne de küfrün hakimiyeti.  O, ol der, her şey o anda oluverir. O’nun her şeye gücü yeter, amenna;  ancak elbette kul olarak bize düşen; Filistin özelinde ve genelde tüm mazlum İslam coğrafyasında işlenen zulümler karşısında, şimdi ve her zaman rabbimize güzel isimleriyle yalvarmak, sabırla ve namazla O’ndan yardım istemek, O’na tevekkül edip dayanmak, kalbimizle, dilimizle, fiilî tavır ve davranışlarımızla kulluk sorumluluğumuzu yerine getirmektir.

Zulümler karşısındaki suskunluğu, dilsiz şeytanlık olarak niteleyen Efendimizin (s.a.s) ihtarına uyarak yine haddi aşmadan ve genelleme yapmadan zalime karşı nefretimizi dillendirmenin de fıkhını belirlemenin bir sorumluluk olduğu kanaatindeyim.

Düşmanlara buğzetmek ve kahır okumak sözlüklere hapsedildiğinde dostlara sevgi ve merhamet nazarıyla bakmanın zorlaştığı hatta bu okların dostlara atıldığı görülmektedir. Bir yanımız zaafa uğratıldığında diğer yanımız da dengeden uzaklaşmaktadır.

Ezcümle, insan-ı kâmil olmak; sevgiyi, merhameti, müsamahayı; buğzu, öfkeyi kontrollü ve ölçülü yaşa-t-makla mümkündür. Bu duygularda bir aşırılık söz konusu olursa bu da İslami çizgide zulüm olarak isimlendirilir. Kaldı ki adalet, her şeyi yerli yerinde değerlendirmek değil midir?   

Kantarın topuzunu her iki yönde de fazla kaçırmamak lazım, vesselam…    

 

Ahmet TÜRKBEN