Back to Top

Category Archives: Ana Ön Sayfa

Nasıl Bir Genç Arıyoruz?

Gençlik çalışmaları ile tanınan Ahmet Türkben ‘ağabey’ nasıl bir genci özlediğini ve neler yapmak gerektiğini yazdı.

Öncelikle gençliğe dönük yapılacak tüm çalışmalar, bir gaye-i hayal, bir mefkure sahibi olmakla ve bir sevda yüküyle yaşamakla anlam kazanabilir.

Özlediğimiz gençlik; sevda olup rüyalarımıza, dert ve dua olup dilimize ve gönlümüze uğramıyorsa; zamanda, mekânda ve hayatta onu aramamız nafiledir.

Çalışmaların bir dava ufkuna ve medeniyet perspektifine ayarlanması önemlidir.

Bu noktada mütefekkir, şair ve yazarlarımızın nesil projeleri analiz edilmelidir. Mehmed Akif‘in Asım’ın NesliNecip Fazıl‘ın Büyük Doğu Nesli ve Sezai Karakoç‘un Diriliş Nesli, akademisyen ve araştırmacılar tarafından gençlerle birlikte tetkik edilmeli.

Neler yapılabilir?

Bu amaçla okuma grupları oluşturulabilir. Bu çalışma, ideallerimizi daha sağlam temellere dayandırma noktasında önemlidir diye düşünüyorum. Aynı şekilde İslam’ın örnek nesli olan genç sahabelere yönelik Kur’an ve sünnet merkezli yeni okumalar yapılmalı ve genç sahabeler gençlerin model dünyalarına yeni bir dille taşınabilmelidir.

Nasıl bir genç sorusunun cevabını en net verenlerden biri de Necip Fazıl’dır. Onun Gençliğe Hitabe’si yeniden masaya yatırılmalı. Ben sadece bu metne işaret etmiş olayım.

Gençlik hassas duygulara sahip mi?

Evet, cemiyetlerin, bir şeyler yapmadan önce buna cevap vermeleri gerekir ki çalışmalar bu istikamette yapılabilsin. Biz, yukarıda ismini zikrettiğim mütefekkirlerin çizdiği prototipe bağlı kalarak bu gençliği ana hatlarıyla şöyle tarif ediyoruz: 

İslami hassasiyete sahip bir gençlik. Bulunduğu her ortamda, sahip olduğu İslami ahlak ve kimliği güvenle taşıyan, kabiliyetleri çerçevesinde yeterli donanıma sahip, okulunda, iş yerinde ahlakıyla temayüz eden, derslerini, işini, sorumluluklarını önemseyen bir gençlik. 

Üzerinde yaşadığı topraklara karşı aidiyet ve sorumluluk duygusu içinde olan, İslam kültürünü özümsemiş, İslam’a aykırı olmayan noktalarda geleneğiyle barışık bir gençlik.  

Sen sahip çık ki; sahipsiz ve yalnız kalma!

Aidiyet, mensubiyet ve bağlılığı küçümsemeyen, cemaat olmayı yanlış özgürlük telakkilerine feda etmeyen, ama -ci ekini almaktan, taassup ve tarafgirlikten uzak duran bir gençlik. 

Tüm Müslümanları kardeş bilen, onların tırnağına halel gelse acısını yüreğinde hissedecek, ümmet bilincine sahip bir gençlik. 

Yaşadığı çağa tanık olan, ülkesini, dünyayı ve olayların arka planını doğru okuyan bir gençlik. 

“Ben” değil “Biz” için kaygılanmalı

Ferdiyetçiliğin, bencilliğin adeta özendirildiği bir çağda kardeşini kendinden çok düşünebilen, eğer yaşadığımız dünyadan memnun değilsek, kötü giden bir şeyler varsa, ben de sorumluyum, inancında olan bir gençlik.   

İnsani ilişkilerde güzellik ve estetiği yansıtabilen, iletişime açık, ortama rengini veren bir gençlik. 

Rabbiyle iletişimini sürekli kılan bir gençlik. Kur’an’ı okumayı ve anlamayı önemseyen bu amaçla her gün bir sayfa da olsa disiplinli bir okuma virdi olan; peygamberini iyi tanıyan bu çerçevede de her sene bir siyer kitabı okuyan; ibadet ilmihalini ve günlük hayattaki fıkhı bilen ve uygulamada hassas olan bir gençlik.

Hepsinden önemlisi; okuyan, düşünen, üreten, sorgulayan, düşüncelerini sözlü ya da yazılı olarak paylaşabilen, hak bildiğini söylemekten çekinmeyen cesur ve aksiyoner bir gençlik…

Mekan neresi ve nasıl olacak?

Çalışmalar için her mekan, bir imkan olarak değerlendirilmelidir. Vakıf ve dernek binaları, öğrenci evleri, yurtlar, kültür merkezleri, Kur’an Kursları, camiler, spor ve izcilik kulüpleri vs. Ancak şunu da ifade etmekte yarar var. Kurumsal olarak, gençlerin benimseyebileceği, kendilerini rahat hissettikleri ve ifade edebildikleri kurumlar yani müstakil ‘Gençlik Merkezleri’ de açılmalıdır. Bu merkezler hem fiziki açıdan hem de gençlerin ihtiyacına cevap verecek bir donanımla dizayn edilmelidir. Bunun da olması ekonomik desteğe bağlı.

İmkânı olan ve gençliği dert edinen varlıklı insanların bu yönde hiçbir dünyevi karşılık beklemeden yatırım yapmaları gerekir. Böyle kurumlar yoksa ya da açılamıyorsa her dernek ya da vakıfta gençlik çalışmalarını organize edecek liyakatli, güçlü bir “ Gençlik Yönetim Ekibi“ oluşturulmalıdır.  

Kurumlarda gençlere yönelik rehberlik hizmeti verilmeli. Öncü gençlik ekibinin belirlenip etkinlikler bu ekip üzerinden yapılmalı. Arge birimi (kaynak oluşturma, istatistik, vs.) oluşturulmalı. Özellikle sosyal bilimler alanında proje birimi oluşturulmalı.  

Son sözüm, kurumlara değil gençlere dönük olsun onu da ben değil Mehmed Akif söylesin: 

“Geçti mazi denen o devr-i melâl

Haydi fethet senindir istikbal” 

İşte mukaddes dava bu: Gençlere bu şuuru ve sorumluluğu kazandırabilmek. 

Mübarek olsun…

 

 

Ahmet Türkben hem özlüyor hem çalışıyor

Allah İçin Buğzetmek ve Kahır Okumak Babında

Çetin bir imtihandan geçiyoruz. İmanımızla ve insanlığımızla sınanıyoruz. Duyarlılıkla, sadakatle, mallardan ve canlardan eksiltilmekle imtihandan geçiyor ve zalime Allah için buğzedip karşı olmakla sınanıyoruz. Allah için sevmemiz gereken mazlum kardeşlerimizin tarafında yer aldığımızı ilan etmek ve onlara her açıdan destek olup dua etmekle olduğu kadar Allah için buğzetmemiz gereken zalimlere karşı olduğumuzu haykırmak ve onlara beddua etmekle de sınanıyoruz. 

Allah için buğzetmeyi ve kızmayı, fitnenin ortadan kaldırılması vurgusuyla hareket etmeyi, zalimin zulmüne dua ya da beddua diliyle karşı olduğunu ikrar ve ilan etmeyi; Kur’an ve sünnetin tasvip etmediği bir davranış biçimi olarak görmek/göstermek ve dahi bu tavrı, Müslüman ahlakından uzaklaşma olarak ifade etmek haktan ve adaletten uzaklaşmak ve İslam’ı eksik ve yanlış anlamak değil midir? 

Bir topluluk, yaşadığı dönemin fıkhına uygun bir metot olarak merhamet ve hizmeti, öncelik ve önem sıralamasında başa alabilir. Mensuplarını bu vurgular doğrultusunda yetiştirebilir. Ancak bu anlayışla hareket etmeyen, kendisi gibi düşünmeyen ve davranmayan diğer Müslümanları tahfif etmek, horlamak dahası çizgi ötesinde saymak gibi bir yaklaşıma girerse bu bir sapma ve kavramlarda tahrifat yapmak değil midir?     

Evet, bu soruların cevabını Suriye ve Mısır özelinden hareketle vermeye çalıştığımızda ilahî kelama ve nebevî sünnete parçacı değil, bütüncül bakmanın zarurî olduğu gerçeğini tespit etmemiz gerekir. Ayrıca Allah’ın (c.c) cemal ve celal sıfatlarını birbirinden ayırmadan meseleyi ele almak da tutarlı ve ölçülü bir çizgiye ulaşmak bakımından elzemdir. 

 

İslam ümmeti, kaç asırdır, dostu-düşmanı ayırt edemediği için, dosta merhamet nazarıyla bakma ve düşmana buğzetme duygularından uzak duruşuyla ve zulümler karşısında suskunluğuyla zillete düçâr olmuştur. Elbette bu derekeye bizi sürükleyen sebepler, sadece bunlar değildir. Pek çok madde eklenebilir. Ancak bu yazının kapsamı açısından şu noktanın tespiti önemlidir: yanlış anlayışlar, yanlış davranışları doğurmaktadır. İslam düşmanları, sinsi planlarıyla bizi etkisizleştirmeye çalışırken biz, tevazu ile zilleti, vakar ile yumuşaklığı, müsamaha ile hoşgörüyü birbirine karıştırmamalıyız. Bu kertede, düşmana buğzunu ve nefretini aleni haykıranlar, ya heyecanlı olmakla ya da köktencilikle yaftalanmaktadırlar. Biz, temkin ve tedbirde, merhamet ve müsamahada, tefride düşüp adaletten uzaklaşırken düşmanlarımız, bu halimizden hoşnut kalarak bizi kendi siyasi emellerinin nesnesi yapmaktadırlar.

Elbette tebliğ ve mücadele üslubu açısından genel kaide, ıslah ve ihyaya odaklanmaktır; biz ifrat ve aşırılıkla imhanın öznesi olamayız. Bize yönelen tehditler ve sataşmalar karşısında selam deyip geçmenin, af yolunu tutmanın, hikmetli davranmanın erdem olduğunun bilincindeyiz. Peygamberimizin Taif dönüşünde yaptığı: “Allahım! Kavmime hidâyet eyle, zira onlar bilmiyorlar.” duasındaki ıslah, hidayet ve merhamet odaklı yaklaşımını genel ahlak edinmeliyiz. Kur’an ahlakı bunu gerektirir, doğrudur; ancak kesintisiz bir zulüm ve haksızlık söz konusu olunca, hele hele binlerce insan katliama maruz kalırken imanımızın bir başka boyutu devreye girmeli değil midir? Kahır lisanıyla konuşmak, Kur’an’ın mesajına ve ruhuna terstir, denebilir mi? Şefkat ve merhamet Peygamberi’nin (s.a.s) üstün özellikleri içerisinde zulme karşı olmak ve kimi zaman kahır okumak yok mudur?

 

Düşmanlık bilinci diye bir hassasiyete sahip olmak imanla bağlantılı bir erdemdir. Çünkü düşmanının farkında olmayan insan, emniyette değildir. Yine şairane bir duyarlılıkla:

“Ey düşmanım! Sen benim ifadem ve hızımsın

Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın.”

Bu bilinç kendi kendine düşman üretme ve çoğaltma değil bizatihi farkındalık, uyanıklılık ve şuur halidir ve insanlığın başlangıcından beri var olan bir imtihan sırrıdır.

“Birbirinize düşman olarak inin yeryüzüne.” (Bakara 2/36)

Hz. Âdem’den bu yana bütün peygamberlerin hayatları; tebliğ ve mücadele safhalarında ıslahı ve ihyayı merkeze aldıklarının; ancak ıslahın imkânsızlaştığı dönemlerde nasıl bedduaya yöneldiklerinin örnekleriyle doludur. Çoğumuz, Kur’an-ı Kerim’de geçen bu nevi ayetleri belki unutuyor belki de kendi belirlediğimiz hareket tarzına aykırı durduğu için görmezden geliyor gibiyiz.  

Hz. Nuh (a.s) Kur’an’da belirtildiği üzere (Ankebut 29/14) 950 yıllık davet ve tebliğ hayatı boyunca gece gündüz demeden açık ya da gizli, her şart ve durumda insanları Allah’a davet etmiş; fakat duyarsızlık ve inadî tavırla karşılaşınca o toplumun kâfirleri için beddua ederek Allah’a şöyle niyazda bulunmuştu:

“Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden yurt edinen hiç kimseyi bırakma. Çünkü sen onları bırakacak olursan, senin kullarını şaşırtıp-saptırırlar ve onlar, kötülükte sınırı aşan facir’den ve kâfirden başkasını doğurmazlar.” (Nuh 71/26,27)

Diğer taraftan Hz. Musa (a.s) başta azgın Firavn’a, sonra da onun zulmünden kurtulduktan sonra sapan İsrailoğullarına tebliğ görevini yerine getirmiş; ancak ıslah olmalarından ümidini kesince onlara beddua ederek şöyle yalvarmıştı Rabbine:

“Rabbimiz, onların mallarını yerin dibine geçir ve onların kalplerinin üzerini şiddetle bağla; onlar, acıklı azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyecekler.” (Yunus 10/88)

Alemlere rahmet olarak gönderilen ve genel ahlakî tavır olarak lanet etmekten sakınan ve sakındıran Aziz Peygamberimizin (s.a.s) Bi’r-i Maune’de şehid edilen 70 Kur’an hafızının acısıyla, bir ay ya da 40 gün boyunca sabah namazlarında okuduğu kunutlarda yaptığı bedduayı nasıl görmezden gelebiliriz? 

 

“Gıfâr kabîlesini Allah mağfiret etsin, Eslem kabîlesine Allah selâmet versin, Useyye Allah’a ve Rasûlü’ne isyan etmiştir. Allahım, Benî Lihyân’a lânet et. Ri’l ve Zekvân’a lânet et.” (Buhari, Cihad 17).

Aynı şekilde rahmet peygamberinin (s.a.s), Kâbe’de namaz kılarken kendisiyle alay eden müşrikler için ve Hendek muharebesinde Medine önlerinde toplanan düşmanın perişan olup dağılması için yaptığı bedduayı unutabilir miyiz?

Yine peygamberimizin Allah için buğzetmek ile iman arasında doğrudan bir ilgi kurduğunu biliyoruz: “Kim Allah için sever, Allah için buğz eder, Allah için verir ve Allah için yasaklarsa imanı olgunluğa ermiştir.”Yeter ki buğzumuz, öfke ve nefretimiz Allah rızasının dışında başka beklenti ya da kaygılar için olmasın.

Bütün bu güzel örnekler, bize kulluğumuzun gereği bir davranış biçimi olarak beddualarımızı yerinde ve kararında dillendirmemiz gerektiğini öğretmektedir.

Bu çağa gelinceye kadar, insanların hidayete ulaşması ve imanlarının kurtulması konusunda üstün gayret gösteren pek çok güzel insanın; zalimler karşısındaki dik duruşları ve beddua lisanıyla: “Zalimler için yaşasın cehennem!” cümlesinde ifadesini bulan tavır alışları da nebevî çizgide yer alan güzel bir örnekliktir bizim için.

Evet, bizler, literatürümüzden silinmeye çalışılan ve fakat inancımızın mütemmim bir cüzü olan  Allah için buğzetmenin ve zalimleri Allah’a havale etmenin bir ifadesi olan ‘kahır ve beddua’ cümlelerine kimi zaman ihtiyaç duyabiliriz.  

Kahır okumak ve beddua etmek, çoğu durumda hoş karşılanmamış, hatta yasaklanmıştır. Ancak bazı özel durumlarda Allah düşmanlarına buğzetmenin, İslam’a düşmanlıklarından dolayı nefret duygularıyla onları tel’in etmenin imanî bir tavır olduğu unutulmamalıdır.

Bu çerçevede bizler, zulmü ve zalimi tel’in eden pek çok ayetten ve peygamberlerin örnekliğinden ya bîhaber yaşıyor ya da modern ve popüler rüzgârların etkisiyle hümanizmin vesayetinde kalarak bu tavrı yadsıyabiliyoruz.  

Kur’an-ı Kerimdeki pek çok ayet-i kerime zulmü tel’in eden ve kahır okuyan bir söylemin meşru olduğuna işarettir.  

“Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun.” (Araf 7/44)

“İsrailoğullarından küfredenlere, Davud ve Meryem Oğlu İsa diliyle lanet edilmiştir.” (Maide 5/78)

“..İşte onlara hem Allah lânet eder, hem bütün lânet edebilenler lânet eder” (Bakara, 2/159)

“İşte ayetlerimizi inkâr eden ve kâfir olarak can verenlere gelince Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir.” ( Bakara 2/161)

“Hayır, ama inkârlarından dolayı Allah onları lânetlemiştir” (Bakara 2/88)

“Kim sana gelen ilimden sonra seninle tartışmaya kalkarsa de ki: Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra gönülden dua edelim, yalan söyleyenlere Allah’ın lânetini dileyelim.” (Âl-i İmran 3/61)

 

“Kahrolsun o hendek sahipleri.” (Buruç 85/4)

“… Onlar(münafıklar) kökten düşmandırlar; artık onlara karşı dikkatli ol. Allah onları kahretsin, nasıl da savruluyorlar!” (Münafikun 63/4) (Benzeri bir ifade için bkz. Tevbe 9/30)

“…Allah onları yerle bir etti, bu kâfirleri de bunun benzeri beklemektedir.” (Muhammed 47/10)

 

Bütün bu ayetlerle birlikte yine Rabbimizin Kelâm-ı Kadîmi’nde başlı başına bir sure ayırarak küfründe aşırı giden İslam düşmanı Ebû Leheb örneğini verirken seçtiği kelimeler doğru anlaşılmalıdır.

“Ebû Leheb’in iki eli kurusun; kurudu da. Malı da, kazandıkları da kendisine bir yarar sağlamadı. Alevli bir ateşe girecektir. Eşi de; odun hamalı (ve) boynuna bükülmüş bir ip (bağlanmış) olarak…”(Leheb 111/1-5)

Yeryüzünde hiçbir kul, Allah’tan ve O’nun rasullerinden daha merhametli değildir. Kur’an-ı Kerim’de geçen her ayet, bize hitap etmekte, peygamberlerin tevhid mücadelesindeki usulleri de en güzel örnekler olarak bize yol göstermektedir.

Zaman: ‘Efendim, lanet okumak Müslüman’a yakışmaz, kahrolsun, demekle ne kazanacaksınız.’ deme zamanı değildir. Yaşanan bunca zulüm karşısında bile bu anlayışla hareket edilip kahır okumak yadsınır ve beddua etmek yadırganırsa işte o zaman şu ayet-i kerime, ilahi bir ikaza muhatap olduğumuzun delilidir: 

“Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz.”  (Hucurat 49/16)

Evet, bugün Suriye, Mısır, Filistin, Arakan ve Doğu Türkistan’da yaşanan zulüm, bizi yeniden dinimizi öğrenmeye ve yaşamaya, Allah için buğzetme ve Allah düşmanlarına karşı uyanık ve dikkatli olmaya, gerektiğinde kahır okuyup beddua ve tel’in etmeye sevk etmesi yönüyle ayrı bir ders verdiği için çok önemlidir. Mazlumun âhının yerde kalmayacağı, zulme uğramışların ve zayıf bırakılmışların (bed)dualarının perdesiz olup Allah’a direk ulaşacağı hakikati de ayrıca hatırdan çıkarılmamalıdır. 

Nitekim beddua da neticede bir duadır ve Allah’tan yardım talebimizin farklı bir dille ifadesidir.

“Sizin duanız olmasaydı, Rabbim size değer verir miydi.” (Furkan 25/77)

Bütün güzel isimler O’nundur. Rabbimiz, bu güzel isimleriyle kendisini tanımamızı ve O’na dua etmemizi bizden istemektedir. Kendisini Aziz, Kahhar, Cebbar, Mütekebbir, Müntaqım, Muîz ve Müzill olarak tanıtan rabbimize bu isimleriyle sığınmak, O’ndan imdad istemek kulluğun ve merhametin bir gereğidir. 

Mağlup edilmesi imkansız mutlak galip olan, dilediğini zorla yapmaya muktedir olan; her istediğini yapacak surette hakîm olan; kendisine inananlara izzet veren, yücelten, düşmanlarını zillete düşüren, hor ve hakir eden; suçlulara ve zalimlere hak ettikleri cezayı veren ya da verecek olan; her türlü tehlikeden kullarını selamete çıkaran Allah’ımıza yalvaracak, mazlumları nusretiyle teyid etmesini ve zalimleri de kahrıyla helak etmesini niyaz edeceğiz.

“Allah’ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma, onları gözlerin korkudan dehşetle yerinden fırlayacağı bir güne ertelemektedir.” (İbrahim, 14/42)

Biz Müslümanlar, gücünü Allah’tan alan bir ümmetiz. Yaslandığımız gücün farkında olmalı ve nasıl bir Allah’a iman ettiğimizin şuurunda olmalıyız. Biz kimsesiz değiliz, bize sahip çıkan, yardım eden Mevlâmız var. Tüm dengeleri alt üst edecek, tüm hesapları ve planları boşa çıkaracak “Hayru-l-Mâkirîn” olan Rabbimiz var.  Bütün planların ötesinde O’nun da bir planı var elbet. Her şey sünnetullaha uygun cereyan etmekte ve ayetin (Al-i İmran 3/140) ifadesiyle günler insanlar arasında değiştirilmektedir. Her gündönümü ve her doğum sancılıdır, günlerin lehimize dönmeye durduğu bir zaman diliminde acılarla sınanarak, zorluklardan geçerek emaneti taşımaya liyakat kazanıyoruz. Bu günler furkan günleri olarak kayda geçiyor. İmanında sadakat gösterenler, izzeti tercih edenler ve hakikatin şahidi olup mazlumun yanında yer alanlar tefrik ediliyor ve Allah aramızdan şehitler seçip katına yükseltiyor. Hak sözlerle batıl sonuçlar çıkartan, komplo teorileri ve stratejik analizler ve menfaat temelli yaklaşımlarla akıl tutulması yaşayan ve zalimin yanında saf tutanlar; mazlumun ahından paylarını düşeni alacaklardır.

Zulmedenlerin ve pek çok insanın bilmediği gerçek şu ki; sadece rabbim Allah’tır dedikleri için öldürülen mazlumlar yalnız değildir ve zalimler Müslümanlara zulmetmekle Allah’ın hakkını gasp etmeye çalışmakta ve adeta Allah’a harp ilan etmektedirler. Ancak bilmeliler ki:  

“Allah emrinde mutlak galip olandır; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf 12/21)

Lâ gâlibe illallah…

Rabbimiz ne va’d ederse mutlaka gerçekleşir:

“Yakında hepsi hezimete uğratılacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar.” (Kamer 54/45)

O dilerse her şey olur, evet O dilerse zalimler kahr u perişan ve hâk ile yeksan olur. Ne ihanet kalır ne zulüm, ne de küfrün hâkimiyeti.  O, ol der, her şey o anda oluverir. O’nun her şeye gücü yeter, amenna. Ancak elbette kul olarak bize düşen; Suriye, Mısır ve Filistin özelinde ve genelde tüm mazlum İslam coğrafyasında işlenen zulümler karşısında, şimdi ve her zaman rabbimize güzel isimleriyle yalvarmak, sabırla ve namazla O’ndan yardım istemek, O’na tevekkül edip dayanmak, kalbimizle, dilimizle, fiilî tavır ve davranışlarımızla kulluk sorumluluğumuzu yerine getirmektir.

Zulümler karşısında şimdi ve her daim duamız şudur:

Ey aziz olan Allah’ım! İslam’a ve Müslümanlara izzet nasip eyle.

Ey kahhar olan Allah’ım! Bizim düşmanlarımızı ve dinine düşman olanları kahr u perişan eyle.

Ey müntaqîm olan Allah’ım! Mazlumların intikamına Mü’minleri memur eyle.

Ey rahman ve rahîm olan Allah’ım, bizi zalimlerle imtihan etme, bize merhamet etmeyecek olanı başımıza musallat etme ve bize kaldıramayacağımız yükü yükleme.

Sen bizim mevlâmızsın, kâfir, zalim ve münafık topluluklara karşı bize yardım et.

Zulümler karşısındaki suskunluğu, dilsiz şeytanlık olarak niteleyen Efendimizin (s.a.s) ihtarına uyarak yine haddi aşmadan ve genelleme yapmadan zalime karşı nefretimizi dillendirme tavrının da fıkhını belirlemenin bir sorumluluk olduğu unutulmamalıdır.

Ezcümle, insan-ı kâmil olmak, sevgiyi, merhameti, müsamahayı, buğzu ve düşmanlığı ölçülü yaşa-t-makla mümkündür. Bu erdemlerde bir aşırılık söz konusu olursa bu da İslamî çizgide zulüm olarak isimlendirilir. Kaldı ki adalet, her şeyi yerli yerinde değerlendirmek demektir. Allah ve İslam düşmanlarına buğzetmek ve kahır okumak sözlüklere hapsedildiğinde dostlara sevgi ve merhamet nazarıyla bakmak da anlamsızlaşmaktadır. Bir yanımız zaafa uğratıldığında diğer yanımız da adaletten uzaklaşmaktadır.

Nijerya’ya Uzanan Merhamet Eli

Kurbanİzlenimleri(2010) Ahmet Türkben

Yolculuk öncesi

İHH İnsani Yardım Vakfının 2010 Kurban Organizasyonunda, Nijerya’ya gideceğimi öğrendiğimde Rabbime hamdettim.

Sınırları aşan ve ümmeti kucaklayan bu hayır hareketinde görev almak, ilahi bir lütuftu benim için. Türkiyeli Müslümanların merhamet elini uzatmaya ve binlerce duyarlı yüreğin selamını yaymaya gidecektim.

İHH’nın merkezinde ülkelere gidecek gönüllülere yönelik düzenlenen bir toplantıya katılıyorum. Her şey profesyonelce hazırlanmış. Gerekli dosyalar, yetkin ve liyakatli insanlar eliyle bize tevdi ediliyor. Yapılan organizasyonun amacının, sadece kurbanların kesilip ihtiyaç sahiplerine dağıtılması olmadığı söyleniyor. Mü’minler arasında tanışmayı, kaynaşmayı sağlamaya dönük fikir, amel ve her tür müktesebatın paylaşımının hedeflendiği kültürel ve sosyal boyutları da olan bir faaliyet hedefleniyor. Bu, bana ağır bir sorumluluk yüklüyor ve Rabbimden, bu sorumluluğun hakkını vermek hususunda yardımcım olmasını niyaz ediyorum.

Gidilen her bölgeye, imanî ve insanî bir sıcaklığı ulaştırmak gerektiği vurgulanıyor. Bir temsil liyakati istiyor bu görev. Türkiyeli Müslümanlar adına alınan bu emanet; uyumlu, anlayışlı, müsamahakâr, sabırlı ve vakur olmak gibi erdemleri taşıma ve yansıtma olarak zihnimde canlanıyor. Tüm kişilik zaaflarından soyutlanmış olgun bir Müslüman portresi çıkıyor karşıma. Bizim başka diyarlara götürmemiz gereken; sadece kurban etleri değil, yüreklerimizdeki samimiyet, kardeşlik ve muhabbet.

Ayet-i kerime geliyor aklıma:

“Kestiğiniz kurbanların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır. Allah’a asıl ulaşan sizin niyetleriniz ve takvanızdır.” (Hacc.37)

“Etrafınızda çocuklar olacak.” deniyor; savaşların, felaketlerin gerçek mağdurları olan yetimler ve çocuklar. “Onlara küçük hediyeler götürün. Kızlara toka, erkeklere oyuncak araba mesela.”

Allah’ın değer verdiğini o insanlara ulaştırmak gerekiyor ve Allah’a ulaşan samimi niyetlerin yine O’nun bereketiyle ve bizim ellerimizle taşınacak olması beni mutlu ediyor.

Göklerden uzanan merhamet eli, bizim ellerimiz aracılığıyla mazlumların ellerinden tutacak ve onları Allah’a yakınlaştıracak, hamdolsun.

Dosyalardaki bütün bilgileri satır satır okuyorum. Nijerya hakkında bilmem gerekenleri not alıyorum.

Daha sonraki zamanlarda, internetten yaptığım araştırmalarda genelde olumsuzluklar göze çarpıyor. Biraz endişelenmiyor değilim doğrusu.

Hazırlıklar artık tamam. Lokum, şeker, toka ve oyuncak arabaları; kızlarımın kendi oyuncakları içerisinden seçtikleri küçük hediyeleri, büyük bir emaneti devraldığım hissiyatıyla valizime yerleştiriyorum.

Rabbimden niyazım, bu yolculuğun hakkını verenlerden olmamız…

Tatlı bir telaş içre ve emanet yüküyle, biraz da kaygıyla havalimanına doğru hareket ediyorum.

İki güzel yol arkadaşıyla buluşuyoruz. Eskiden aynı iklimleri soluduğumuz halde birbirimizi gıyaben tanıdığımız Ali Cihangir ve Mavi Marmara’nın genç şehidi Furkan Doğan’ın ağabeyi Mustafa. Allah yolunda ve bu iyilik hareketinde güzel şahitlikler yapmamız niyazıyla vakti kuşanıyoruz.

Aklıma, eşimin uğurlarken yaptığı dua geliyor:”Allah hayırlı insanlarla karşılaştırsın.”  Gönlüm rahat hamdolsun.  

Ah Lagos!..

Altı saat süren keyifli bir yolculuğun sonunda bir saat geriye giderek akşam sekiz sularında Lagos hava alanına iniyoruz. Bizi ilk karşılayanlar tahmin ettiğimiz gibi polisler oluyor. İlkin, nerede kalacağımıza dair telefon ve adres bilgilerini ihtiva eden formları dolduruyoruz. O noktayı kolaylıkla geçiyoruz. Bu sefer başka bir yerde valizlerimiz kontrol ediliyor. Özellikle kolileri açmamız isteniyor, içinde ne olduğu soruluyor. Erkam Yayınları tarafından oradaki Müslüman çocuklar için hazırlanmış İngilizce kitaplar var kolilerde. Koliler yırtılıyor ve birkaç kitap alınıyor. Hadislerle hikayeler kitabı geliyor elllerine. Polis kendisinin de Müslüman olduğunu ve adının Muhammed olduğunu söylüyor övünerek ve bir kitap istiyor, çocuğuma götüreceğim diyor. İstekli isteksiz veriyoruz. Ardından bir polis daha. Derken iki üç… Dört kitabımız gidiyor. Bir şey alacaklar ya ne olduğunun önemi yok. Her biri bizden bir şey koparmaya çalışıyor, bunalıyoruz. Diğerleriyle muhatap olmamak için hızla çıkışa doğru ilerliyoruz. Tam bir düzensizlik hakim; kara düzen demeye dilim varmıyor. Bu sefer başka bir polis çıkıyor karşımıza ve bize aşı kartlarımızı soruyor. Eyvah diyoruz, korktuğumuz başımıza geldi. Sadece birimizin yanında aşı kartı var çünkü. Tam o esnada ten rengi polislerinkinden farklı, Afgan kıyafeti ve fesiyle her halinden beyefendiliği belli olan ve yüzünde secde izi okunan biri yetişiyor imdadımıza, kabul olmuş bir dua gibi geliyor ve bizi oradan uzaklaştırıyor. Daha sonra tanıştığımız ve adının Nureddin olduğunu öğrendiğimiz kardeşle selamlaşıyor, musafaha ediyor ve kucaklaşıyoruz. Hoş geldiniz deyişi içimizi ısıtıyor. Mükemmel İngilizce ve fasih Arapça konuşuyor Nureddin. Biz her iki dilden yaptığımız bir karışımla rahat anlaşabiliyoruz. Bize sekiz gün boyunca mihmandarlık yapacak olan ve yanımızdan bir an bile ayrılmamayı görev addeden bu hayırlı ve güzel insanın adını ömür boyu unutacağımı sanmıyorum: Nureddin LEMU, kısaca Nuru.

Hava alanından biraz endişe biraz tedirginlikle uzaklaşmaya çalışıyoruz. Sadece biz değiliz tedirgin olan Nureddin de tedirgin. Lagos’u hiç sevmediğini söylüyor Nuru. Yolsuzluk ve hırsızlıkla ünlenen bu şehirde kendisinin de bir çete tarafından yolu kesilip çantası ve paraları alınmak istenmiş. Neyse ki kendi maharetiyle çeteyi oyalarken, Allah’ın lütfu, tevafuken oradan geçen insaflı bir polisin yardımıyla bu beladan kurtulmuş.

Ah Lagos! deyişi hâlâ kulaklarımda. Üzerinde Lotus Capital yazılı olan bir araba geliyor yanımıza. Bu firma, Nureddin’in de kurucuları arasında bulunduğu Nijerya’da 23 bin ortağı/üyesi bulunan bir tür finans kurumu. Lagos içlerine gitmeyi aklımızdan bile geçirmiyor ve hava alanı sınırları dahilinde yer alan bir otele yerleşiyoruz, hamdolsun. 

Sabah başkent Abuja’ya doğru gitmek üzere uçağa binerken Nureddin yine derinden bir ah çekerek aynı sözü söylüyor: Ah Lagos!

 

Abuja’dan Mina’ya Nijerya sohbeti

 

Bir saatlik bir uçuşun ardından Abuja’ya iniyoruz. Bizim asıl gideceğimiz yer ise Mina. İslamıc Educatıon Trust’a ait bir arabayla uzun ve yorucu olacağa benzer bir yolculuğa çıkıyoruz. Yolda Nureddin’den Nijerya hakkında bilgiler alıyoruz. 36 eyalete ayrılmış olan Nijerya’da Amerikan eyalet sistemi hakim. Her eyaletin bir valisi var, demokratik seçimle iş başına gelen. Vali daha çok yol, su, elektrik, imar işleriyle ilgileniyor. Mahkemeler de onun kontrolünde. Her eyalette aynı zamanda bir de emir var. Emirlik, sultanlık döneminden kalma ayrı bir otorite merkezi. Halkın asıl itibar ettiği vali değil, emir. Şehir merkezlerinde valiliğin etkisi var, köylerde ise emirin… Emir doğrudan hükümete bağlı olsa da Vali gerekirse Emire müdahale edebiliyor. 

Emirler de bir tür seçimle iş başına getiriliyor. Yalnız onu seçenler halk değil kabile reislerinden ve ileri gelenlerden oluşturulan bir heyet. Seçilen emir ölünceye kadar görevde kalabiliyor. Dine ya da örfe aykırı bir iş yaparsa, o zaman heyet toplanıp emiri görevden alabiliyor. Bu ülkede emirler halkın tüm problemleriyle ilgileniyor. Kabilelerin etkisini halen koruduğu Nijerya’da emirler birleştirici bir rol üstleniyor. Vatandaş herhangi bir konuda şikayette bulunacaksa önce Emire gidiyor. İki kabile arasında sorun varsa devreye emir giriyor, moda tabirle bir çeşit ombudsmanlık görevi üstleniyor. Anlaşmazlıkları emir çözüyor. Problemler çözülemiyorsa o zaman mahkemeye gidiliyor. Çoğunlukla buna ihtiyaç kalmadığını belirtiyor, Nureddin.

Başka bir detay bilgi: Diyelim ki şehre dışarıdan bir misafir geldi ve kalacak yeri yok. Doğruca emirin evine gidiyor. 3 gün yemek ve barınma ihtiyacını emir karşılamak zorunda. Bir yetim bulunursa emire götürülüyor. Çocuk ya bir aileye teslim ediliyor ya da eğitim görebileceği adreslere yönlendiriliyor. Bir kız evlenmek mi istiyor, emire gidiyor ve emir onu uygun bir kişiyle evlendiriyor.

Gayri Müslim köyler ve kabileler de Emire saygı gösteriyor, diyor Nureddin ve ekliyor: Hristiyan bir köye davet için gitmeden önce Emire gideriz, o bize bir adam verir. Görevli bizimle gelirse köylü bize itibar eder ve konuşmamıza fırsat verir. Peki diyoruz emirin danışmanları var mı? Var diyor Nuru, Merkez Camii imamı emirin danıştığı en önemli kişi, bir tür Şeyhülislam, şer’î konularda emir ondan fetva almadan karar vermiyor. İki hukuklu bir yapı var gibi. Mahkemelerde İngiliz hukuku, emirin riyasetinde ise şer’î hukuk işletiliyor. Nureddin’in babası Şeyh Ahmed’in uzun yıllar kadılık yaptığını öğreniyoruz.        

  

Biz böyle emirlik üzerine konuşmaya dalmışken üç saati devirmiş ve Mina’ya ulaşmıştık.

 

Karşılama merasimi

 

Niger State eyaletinin en önemli şehri olan Mina, Lagos’a kıyasla az gelişmiş. Halk çoğunlukla Müslüman. Şehrin caddelerinde yüzlerce motosikletli görüyoruz. İlkin hususi bir ulaşım aracı olduğunu düşünüyoruz, ancak hemen öğreniyoruz ki; bunların hepsi taksi, evet ticari taksi olarak kullanılıyor. Oldukça güvensiz ve korunmasız/başlıksız olan bu motosikletler, aynı zamanda ciddi bir geçim aracı. 

Partner kuruluşumuz olan Islamıc Educatıon Trust’a ait geniş bir arazi üzerine kurulmuş kampuse geliyoruz. Burada ailenin tüm üyeleri bizi karşılıyor. Baba Şeyh Ahmed Lemu cemaatin de zirvesindeki isim. Kızı Meryem eğitim işleriyle meşgul. Burada belki de en önemli kişi anne Ayşe Lemu. O bir İngiliz ve beyaz. 44 yıl önce Müslüman olmuş, Nijerya’ya yerleşmiş, Şeyh Ahmed’le evlenmiş… Onun hayatına dair bir röportaj yapmayı düşünüyoruz. Kabul olmuş (ikinci) dua gibi geliyor bu samimi aile bize. Ali kardeşimiz, kerameti kendinden menkul görse de ben Mustafa’da (daha doğrusu kardeşi Şehit Furkan Doğan’da) olduğunu düşünüyorum. Neticede bu lütf-u ilahinin rahatlatıcı etkisiyle istirahat etmek üzere otele gidiyoruz. Aslında kendi misafirhanelerinde bizi ağırlamayı düşünmüşler; ancak sık sık elektrik kesintisi olduğu ve jeneratör yeterli olmadığı için daha uygun bir otele yerleştirmeye karar vermişler. Yeri gelmişken Mina’da elektrik ciddi bir problem. Cadde kenarlarında açılan dükkanlarda en çok jeneratör satışı yapılıyor. 

 

Partner Kuruluşumuz Islamıc Educatıon Trust’a dair

 

Sabah Şeyh Ahmed’in ofisine ziyarete gidiyoruz. Bize büyük bir ihtimam gösteriyor. Daha sonra İET’nin hangi alanlarda çalışmalar yaptığını anlatıyor. Davet, eğitim, sağlık, vakıflar, yardım başlıklarında kurumsal yapılar oluşturulmuş. Okulları, klinikleri, yetimhaneleri kitap evleri ve vakfa ait mülkleri var. Şeyh Ahmed bize kurumu gezdiriyor. Kızlara ve erkeklere ait okul ve yurtları görüyoruz ilk planda. Burası tam teşekküllü bir kampus havasında. Aynı alan içerinde book shop dedikleri kitap evi, klinik ve eczane de var. Klinik üzerinde daha fazla duruyor Şeyh Ahmed. İnşaat halindeki küçük hastane binasını geziyoruz, buraya ciddi yardımların yapılması gerekiyor. Klinikteki doktorun Hristiyan olduğunu öğreniyor ve “Neden Müslüman doktor yok?” diye soruyoruz. Yurt dışına, özellikle İngiltere’ye tıp okumaya gidenlerin genelinin oralarda kaldığından yakınıyorlar. Diğer Müslüman doktorlar da bölgedeki hastanelerde çalışıyorlarmış.

Şeyh Ahmed, Türkiye’yi çok seviyor ve önemsiyor. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ı ve Osman Nuri Topbaş Hocaefendi’yi soruyor bize. Nevzat Bey’le 1960’lı yıllarda Londra’da üniversiteden arkadaşlarmış. Ailecek tanışıyorlarmış.  İstanbul’a geldiklerinde Nevzat Bey’in, Hüdayi Vakfı’nın ve Şefkat Vakfı’nın misafiri olmuşlar. Osman Nuri Topbaş Hoca’nın adını hürmetle anıyorlar. Bize gösterilen ihtimamın arka planında bir vefa duygusunun olduğunu da böylelikle öğrenmiş oluyoruz.

 

Partner kuruluşumuz hakkında daha detaylı bilgileri mihmandarımız Nureddin Lemu’dan almaya devam ediyoruz. Bu cemaat davet ve tebliğe ayrı bir önem veriyor. Vurguları tebliğ cemaatine benziyor; ancak onlar daveti kurumsallaştırmış. Sadece anlatmakla yetinmiyorlar, sosyal sorumluluklarını yerine getirmeyi önemsiyorlar. Davetçinin önce muhatap olduğu insanlara güven vermesi gerektiğini, onların meclislerine katılıp onlarla doğal paylaşımlarda bulunması gerektiğini belirtiyor Nureddin. Aç olana yemek, hasta olana doktor götürmeden kafa ve gönüle girilemeyeceği gerçeğini vurguluyor. Sufi meşrep bir tarzları var. Bu bölge Müslümanları genelde Kadiri ve Ticani tarikatına müntesipler. Afrika sufi direnişinin sembol ismi Osman Don Fodyo, bölge insanının gönlünde taht kurmuş. Don Fodyo’nun buradaki küçük büyük her yapılanma üzerinde etkisi var. Mezhep olarak da ekseriyetle Maliki, bir kısmı da Hanefi. Samimi ve sağlam çizgide olan Müslümanlarla ortak iş yaptığımız ve böylesi bir partnerimiz olduğu için Allah’a hamdediyoruz. 

 

Valinin makamında

Şeyh Ahmed bizi Niger State eyaletinin valisinin makamına götürüyor. Sokakta ve valilikte insanlar saygıyla yere çömeliyorlar, burada büyüklere böyle saygı gösteriliyor. Kime rastlıyorsak iki üç metre ötede, çömelmiş vaziyette bekliyorlar bizi. Bize gösterilen ihtiram her yerde göze çarpıyor. Bu Türkiye’nin bölgedeki itibarının da bir göstergesi aslında. Valinin makamına çıkıyoruz. Valinin yaklaşımından da aynı sonuca ulaşıyoruz.

Şeyh Ahmed bir dua ile açılışı yapıyor, sonra bizi tek tek valiye tanıtıyor. Türkiye’den yardım için geldiğimizi söylüyor ve Şehit Furkan Doğan’ın ağabeyi Mustafa’yı işaret ederek Mavi Marmara’dan bahsediyor. Vali, Furkan’ın şehadetini tebrik ederek başlıyor söze ve Şeyh Ahmed’in kendisine hem babalık hem de hocalık yaptığını söyleyerek İET’nin yaptğı hizmetlerden sitayişle bahsediyor. Bizlere ve Türkiye’ye teşekkür ediyor. Görüşmemiz yine bir dua ile sona eriyor. Açıkçası valiyi pek gözümüz tutmuyor. Bu ülkedeki yönetim tarzı hakkında daha farklı ve yeni bir anlayışla hareket edecek genç liderlere ihtiyaç olduğu düşüncesi ve duasıyla valilikten ayrılıyoruz.

Çıkışta Nureddin ve arkadaşlarının da bir yıl önce parti kurduklarını öğreniyoruz. Kano eyaletinde iyi bir yönetim olduğunu söylüyor Nureddin. Biz de diyor, bir eyalette seçimi kazanıp örnek bir yönetim sergileyebilirsek İnşallah Başkent Abuja’ya gidişimiz kolaylaşacaktır.

 

Ümmetin yetimlerle imtihanı 

 

Ziyaretimizin en önemli duraklarından birindeyiz. İET’nin himaye ettiği bir yetimhane burası. Bir bölümü Daru-l Aceze olarak hizmet veriyor. Onlarca çocuk ve yaşlı insana bakımı üstlenilmiş. Beşikte yatan ve genetik bir hastalıktan dolayı bel altı hiç gelişemeyen bir bebek içimizi kanatıyor. Annesi bir çöplüğe terk edip gitmiş, onu bulanlar İET’ye getirmişler. Hiçbir şeyden habersiz uyuyan bebeğin bakımıyla ilgilenen bayanın fedakarlığı ve çocuklara gösterdiği anne şefkati dikkatimizi çekiyor, gayr-i ihtiyarî duygulanıyoruz.

Binlerce km uzaklardan yetimlerin başını okşamak, gözlerindeki mutluluğu görmek ve peygamberimizin müjdesine nail olmak için gelmiş olmanın iç huzuruyla yetimleri bağrımıza basıyoruz. Balonları ve şekerleri dağıtırken bayramın arifesinde bir başka bayramın gelişine tanık oluyoruz.

İstanbul’dan yaşıtlarının gönderdiği ve büyük bir emaneti devraldığım hissiyatıyla valizime yerleştirdiğim şeker, toka ve oyuncak arabaları; kolye, küpe ve künyeleri; kızlarımın kendi oyuncakları içerisinden seçtikleri ve yeni aldıkları hediyeleri ve elbiseleri de yetimhane görevlisine teslim ederek bir daha geleceğimizin sözünü vererek yetimlerle vedalaşıyoruz. Burada su problemi var, yağmur sularını kullanabilmek için büyük variller konulmuş. Buraya mutlaka bir su kuyusu açılması lazım. Ranzalar yenilenmeli ve oyun sahası yeniden düzenlenmeli.  

Hükümetin yetimlerine sahip çıkmadığı bir ülkede olduğumuz söyleniyor. Devlet yetimlerine nasıl sahip çıkmaz, anlamak zor. Bir Rusya kadar olamıyoruz, diyor Ali Cihangir. Orada insana ve özellikle yetime verilen değerden övgüyle bahsediyor. Ümmet adına utanç verici bir halde olduğumuz hissiyatıyla eziliyoruz.

Daha önce yetimhane olarak ayrılmış büyük bir arazide başlayan inşaat yarım bırakılmış ve yan taraflarına hırsızlar villa yapmışlar. İET gibi kuruluşlar kendi üzerlerine düşeni yapmaya çalışıyorlar; ama imkanları kısıtlı.

Karmaşık duygular içerisinde otele doğru yol alırken şu dua cümleleri düşüyor gönlüme:

“Allah’ım mevlâmız sensin bizim, nusret senden…  Rezzak olan sensin, yalnız bırakma kardeşlerimizi ve aç onlara rızık kapılarını. Fettah olan sensin, kimsesiz kalan yetimlerinin elinden tut, onları kendi hallerine terk etme. Bizi onlardan sorguya çekme…”

Bayram namazı coşkusu

Saat dokuz sularında bayram namazı için meydan yerine doğru ilerlerken sokaklardaki cümbüş görülmeye değer doğrusu. Yol boyunca bayram havasının yaşandığına tanık oluyoruz. Büyük bir meydana doğru akın eden binlerce insan, bugüne hürmeten giydiği rengârenk kıyafetleriyle yollara dökülmüş. Atlar ve develer de bayram için süslenmiş. Bir açık hava mescidine geliyoruz. Senede sadece iki defa bu meydanda bayram namazı için Mü’minler toplanıyorlar. Muazzam bir insan kervanına biz de katılıyoruz. Meydana kilimler serilmiş, bayram namazı için hazırlıklar yapılmış. Türkiye’de alışık olmadığımız bir tablo var bu meydanda. Hükümet yetkilileri de aynı mekânda namazı eda etmeye geliyorlar. İki önemli isimle aynı saftayız. General Babangida ve General Abdusselam. Bu iki general de kendi görev yaptıkları dönemde darbeyle yönetimi ele geçirmişler. Birkaç vaiz cemaate kurbandan bahsediyor, yerel dilleriyle. Hz. İsmail’i anlatıyorlar. Şeyh Ahmed Lemu da bir konuşma yapıyor. Saf aralarında dolaşan insanlar görüyoruz. Kimi yardım topluyor, kimi elinde Kur’an hararetle bir şeyler anlatıyor. Biri de var ki elinde megafonla sürekli salavat getiriyor, zikir çekiyor. Her noktadan bir ses geliyor. Tam bir cümbüş var.

Sultanlara yaraşan bir merasimle onlarca süslenmiş atlar ve süvariler nezaretinde bölgenin emiri meydana geldiğinde bambaşka bir hareketlilik yaşanıyor. Emir, bölgenin en itibarlı kişisi. Yanında görevliler ellerinde kuş tüyünden yapılmış büyük yelpazelerle emiri serinletmeye çalışıyorlar. Emirin gelişiyle namaz başlıyor başlamasına ama bizden farklı tarzda getiriliyor tekbirler. İmamın kıraati de çok düzgün gelmiyor bize. Nasıl olduğunu pek anlayamadan namazımızı eda ettikten sonra Arapça ve yerel dilde hutbe îrad ediliyor. Tekbirler, bizdeki gibi koro halinde ve makamlı getirilmiyor. Keşke, diyorum. Keşke, bu kadar kalabalık, teşrik tekbirlerini bizdeki gibi getirse, kim bilir ne muazzam bir sadâ yayılırdı, Mina semalarına. Hızla yapılan dualara geç de olsa amin diyerek yetişmeye çalışıyoruz.

Namaz sonrasında neredeyse herkes emiri görmek için toplanmış, burada her şey emirin ekseninde dönüyor.

 

Sadece et değil dağıttığımız…

 

Kurban kesimi ve dağıtımı için iki saatlik zorlu bir yolculuğun ardından gerçek Afrika’ya doğru yol alıyoruz. Yol boyunca gördüğümüz bitki örtüsü bize ekvator çizgisine ne kadar yakın olduğumuzu hatırlatıyor. Bir köye gideceğiz. Yolda bize eşlik edenlerden biri o köyün hidayetine vesile olan bir kardeşimiz. Bu hayra nasıl ulaştığını anlatıyor bize.

Bu bölgede şiddetli muson yağmurları yağdığında köyün hemen yanı başında küçük bir nehir oluşuyormuş, o kadar ki köylüler altı ay boyunca köyden dışarı adım atamıyorlarmış. Davet için köye giden kardeşimiz, onların bu problemini gidermek için bir köprü yaptırılması gerektiğini düşünmüş ve bu proje kısa zamanda hayata geçirilip mahsur kalan köylülerin bu problemi çözülmüş. Bu iyilik karşısında köylülerle bir samimiyet oluşmuş ve kısa bir zaman sonra köydeki aşiret reisinin Müslüman olmasıyla birlikte bütün köy İslam’ı seçmiş. Kardeşimiz devamında diyor ki, bizim için iki şey çok önemli: Birincisi, bir sıkıntıyı gidermek ve o insanların bize güvenmesini sağlamak, ikincisi davete önce reislerden başlamak. Anlıyoruz ki hidayetin kapılarını açan en önemli etken bölge insanın sıkıntılarını gidermek. Hidayet bazen bir köprüyle, bir su kuyusuyla, bir kurbanla; bazen de bir hastalıktan kurtarmaya vesile olmakla gelebiliyor. Yardım faaliyetlerinin, özellikle de kurban organizasyonlarının karın doyurmak gibi görünen faydasının çok ötesinde gönülleri İslam’la buluşturan etkisine bizzat şahit olmak bu sıcak iklimde içimizi serinletiyor. 

 

İşte şimdi Afrikada’yız

Evet, şimdi o köydeyiz. Topraktan yapılmış bir odalık evlerde çok nüfuslu ailelerin yaşadığı bir yer burası. Ayrıca yine topraktan yapılmış küçük kilerler var her yerde. Köyde elektriğin olmadığını söylemek bile yersiz. Peki ya su… Neyse ki kardeşlerimiz orada bir su kuyusu açtırmışlar. Köye bir de mescit yaptırmışlar. Kuzey bölgelerde yetişmiş bir imamı vazifelendirip eğitim faaliyetlerine başlamışlar.

Organizasyon yine harika. Kurbanlar ehil kişilerce kesilip tarafımızdan dağıtılıyor. Teni alabildiğine siyah, ama içleri İslam nuruyla aydınlanmış olan bu güzel insanların güzel yüzleri ve içten davranışları yorgunluğumuzu unutturuyor.   

 

İyi ki iyilik var

Ellerimizde balonlar ve şekerlerle arabadan indiğimizde onlarca çocuk geliyor yanı başımıza. Burada ne İngilizceye ne de başka bir dile ihtiyaç var; bir yudum sevgi ve küçük bir hediye tüm kapıları açıyor bizlere. Rengimiz ve dilimiz farklı da olsa gözlerimizdeki merhamet ve sevgiden tanıyorlar bizi ve en iyi onlarla anlaşıyoruz. Bırakın başka diyarlarda oynanan sanal oyunlardan ve gelişmiş oyuncaklardan haberdar olmayı, hayatında hiç balon görmemiş çocukların arasındayız. Nasıl şişireceklerini bilmeseler de bir şeye sahip olmanın verdiği mutlulukla sevinç çığlıkları atıyorlar. Kendi çocuklarım ve öğrencilerim aklıma geliyor. Böylesi küçük hediyelerle onları mutlu etmekte ne kadar zorlandığımı düşünüyorum.

Anneler geliyor yanımıza, fark edilmeyi en çok hak eden anneler. Yanlarında ikiz, üçüz çocuklarıyla. Bir anneyi işaret ediyorlar özellikle. Kucağında bembeyaz tenli bebeğiyle duruyor karşımızda. Şaşkınlığımı gizleyememiş olmalıyım ki, bir benim koluma dokunuyor anne, bir de kendi bebeğinin koluna. Bak bu senin renginde der gibi. Belki onlar bu çocuğa  olağanüstü ve kutsal anlamlar yüklüyorlar, bilmiyorum; ama benim gönlüm, hikmet-i ilahi olarak okurken bu tabloyu, aklım ise hormonal bir bozukluk ya da kandaki bir eksiklikten kaynaklanabileceği yorumunu yapıyor. Kadıncağız, elimdeki makineyle bir yerlere odaklandığımı görünce kendine doğru çevirmemi yani fotoğrafını çekmemi istiyor. Kendi fotoğrafını ilk kez görmüş olmalı ki onun şaşkınlığı benimkinden çok öte. Diğerleri geliyor peşi sıra… Bir daha, bir daha…

Mutluluğun insanın kendisini fark etmesiyle açığa vurulan bir duygu olduğunu anlıyorum. Tek başına fakirlerin, mağdurların yüzünde bir tebessüm olmak için bile olsa burada olmaya yeter doğrusu. Buna vesile kılan rabbime hamd ediyorum. İyi ki iyilik var ve iyi ki İHH var.  

Köyden ayrılışımıza en çok çocuklar ve anneler üzülüyor.

Aynı duyguları, gittiğimiz diğer köyde de yaşıyor ve şehrin merkezindeki diğer dağıtım bölgelerine gitmek üzere gerçek Afrika’ya veda ediyoruz.

 

Kendilerine tebliğ ulaşmayanlar…

 

Köylerden ayrılırken daha öncelerde yaptığımız bir müzakere geliyor hatırıma. “Allah kendilerine bir uyarıcı (peygamber) göndermediği bir kavme azap etmez.” ayet-i kerimesi hakkında tefsirlerden öğrendiğimiz bilgiler doğrultusunda arkadaşlarımızla “Kendilerine tebliğ ulaşmamış insanların ahiretteki durumu ne olacak?” sorusu üzerine konuşurken “Bu iletişim ve teknoloji çağında İslam’dan haberi olmayan insan kalmış mıdır ki?.. diye sormuş ve “…Tabiî ki de yoktur.” şeklinde cevap vermiştik.

Bu köyleri görünce bu kanaatimi tashih etmem gerektiğini düşünüyorum. 

 

Organizasyon kabiliyetlerine pes doğrusu

Son dağıtım noktamız İET’nin merkezi. Ellerinde fişlerle bahçede bekleşen yüzlerce insan var. Onları fazla bekletmeden yaklaşık bine yakın insana emanetleri teslim ediyoruz.

İET bünyesinde yardım faaliyetlerini de DİWA isimli bir kuruluşla yürütüyorlar. DİWA yetkilisi arkadaşımızdan kurban organizasyonuyla ilgili bilgiler alıyoruz.

8 ayrı bölgede kurbanlarımız kesildi. Niger State, Ogun, Kogi, Abuja, Lagos, Nassarawa, Platteau ve Cross River State şehirlerinde. Türkiye’den gönderilen kurbanlar güvenilir partnerimizin de katkılarıyla sahiplerine ulaştırıldı, hamdolsun. Tüm noktalar harita üzerinde işaretlenmiş, görevlilerle bir iki hafta önce toplantılar yapılmış. Her şey harika planlanmış. DİWA sadece Nijerya’da değil Kamerun, Nijer ve Liberya’da da organizasyonlar yapıyor. Ramazan’da İHH’nın gönderdiği emanetler de sahiplerine teslim edilmiş, hepsinin belge ve fotoğraflarını bize teslim ediyorlar.

Organizasyon kabiliyetleri takdire şayan.

 

Mina’ya veda

Son hazırlıklarımızı da tamamladıktan sonra İET’nin merkezinde bir toplantıya davet ediliyoruz. Şeyh Ahmed Lemu ve Ayşe Lemu’nun da katıldığı ve bütün görevlilerin hazır bulunduğu bir değerlendirme toplantısı yapıyoruz. Kendi ihtiyaçlarını ve yapmayı düşündükleri projeleri bizimle paylaşıyorlar. Hangi işleri birlikte yapabileceğimiz üzerine müzakereler yapıyoruz. 11 bin insanın katarakt hastası olduğu bu şehirde ameliyatlar yapabileceğimizi, yetimhanenin ihtiyaçlarını giderebileceğimizi, gerek yetimhaneye gerekse köylere su kuyusu açabileceğimizi vb. konularda Türkiyeli Müslümanların yardımlarını buraya aktarma konusunda İHH yönetimiyle istişareler yapabileceğimizi ifade ediyoruz ve onlardan Türkiye’deki üniversitelerin özellikle eczacılık, tıp ve hukuk fakültelerine öğrenci göndermelerini talep ediyoruz. Güven unsuruna dayalı bu tip hizmetlerde kendilerinin ihlaslarına ve sağlam iş yaptıklarına şahit olduğumuzu ifade diyoruz.

Beş gün boyunca bizi ağırlayan ve misafirperverlikleriyle bizi mahçup eden bu güzel insanların dualarıyla yola revan oluyoruz.

  

Lagos’a dönüş

Başkent Abuja’da geçirdiğimiz sıkıntılı bir günün ardından tekrar Lagos’a gitmek üzere hava alanına gidiyoruz. Kalkış saati bilette 17.30 yazan uçak 40 dk. önce kalkıyor. Her yönüyle tedbirli olmak gerektiği konusunda bir ders daha alıyoruz.

Nijerya’da geçireceğimiz son günümüzde tekrar Lagos’tayız. Buradan aktarmasız THY uçağıyla gün aşırı İstanbul’a gidiliyor.

Yaklaşık 20 milyonluk bir şehir Lagos. yarı nüfusun Hristiyan olduğu bu şehirde tam bir kargaşa var. En iyi yanı belki de yolları. Hiçbir trafik işareti ve tabela olmasa da yollar düzgün. Victoria Island adasına gidiyoruz. Bu küçük ada, İngilizlerin işgali döneminde sadece kendileri için imar edilmiş bir yerleşim yeri. 1890’larda İngilizler bu adaya ulaşım için denizin üzerine yaklaşık 10 km uzunluğunda bir köprü inşa etmişler. Yol üzerinde İngiliz Büyükelçiliğini görüyoruz. Ancak kalın duvarlarla çevrili bu yapının kapısında bir şey dikkatlerden kaçmıyor. İngiliz Yüksek Komiserliği yazıyor kapıda. İngilizler sömürdükleri tüm ülkelerde aynı adı kullanıyorlar büyükelçilik yerine. İnsan düşünmeden edemiyor. Kolonyalizm post modern halde devam mı ediyor?

Bizce sömürünün halâ devam ettiğinin göstergesi olan bu yaklaşım bu insanlar tarafından böyle algılanmıyor. Onlar o kadar kanıksamışlar ki bu durumu kime sorduysak “ O sadece yüce bir makamı ifade eder.” Diyorlar. Burada enteresan olan ve bizi şaşırtan bir başka husus, İngiliz hayranlığı. TV’lerde en çok dikkatimizi çeken spor programları, daha doğrusu maçlar. Herkes bir İngiliz takımı tutuyor. Ayrıca çocuğunu okutmak isteyenler bir yolunu bulup İngiltere’de eğitim görsün istiyorlar. Atlantik okyanusu sahil şeridindeki bu adadan gemilerle tonlarca ham petrol taşınıyor, İngiltere’ye. İngilizler, tüm yer altı zenginliklerini özellikle de petrol ve gazı sömürmeye devam ediyorlar. Kendileri şimdi sözde yoklar ama muslukların başına Hristiyanlaştırdıkları Nijeryalıları geçirmişler, bir yandan onları besliyorlar; diğer yandan kendilerini. OPEC içerisinde en çok petrol üreten ilk on ülke içerisinde Nijerya’nın olması bizi yanıltmamalı. D8 projesi sağlıklı işletilebilse bir umut olacak Nijerya için; ancak güçlü liderler lazım öncelikle ve en önemlisi de eğitim. Müthiş bir uçurum var zenginle fakir arasında. Bu ülkede insanlar ya çok zengin ya da çok fakir. Orta sınıf neredeyse yok gibi.

Politize olmuş Hristiyanlar ülkesi Nijerya

Güney bölgelerinde Hristiyan nüfus çoğunlukta. Bu yüzden bu bölge, Müslümanlar için oldukça güvensiz bir yer. Burada zaman zaman çok şiddetli çatışmalar da yaşanıyormuş. Hristiyanların en çok politize olduğu bir ülke Nijerya. Özellikle de Cos şehri çok sıkıntılıymış. Kuzey bölgelerindeki İslami uyanış tedirgin edici görülmeye başlandıkça Cos’ta binlerce insanın öldürüldüğü katliamlar yaşanıyormuş. Yardımcısı Müslüman olan Goodlock (iyi şanslar) adındaki şu anki cumhurbaşkanı da Hristiyan. Ondan önce seçimle iş başına gelen Müslümanmış. Ölümü üzerinde pek çok şaibeler olduğu söyleniyor. Yaşananlar, karanlık işler planlayan derin bir yapılanma olduğunu izlenimi veriyor. 

 

Türkiye hayranı bir doktoru ziyaret

Yol boyunca bu bilgilere ulaştıktan sonra Dr. Jibril’in evine ulaşıyoruz. Nureddin, doktoru, babası gibi gördüğünü, çocukluğu onun evinde geçmiş. Tanışmanın ardından biz İHH’nın yaptığı hizmetlerden ve Mavi Marmara’dan bahsediyoruz; o da Türkiye’ye hayranlığını ifade ettikten sonra, Türkiye’deki her gelişmeden haberdar olduğunu söylüyor. Sıcak bir sohbetin ardından buradan dualarla uğurlanıyoruz. 

 

Babu-s Selam’da bir muhacir derviş…

 

İçinde bir yetimhane, cami ve okulun bulunduğu bir yerdeyiz. Burası Babu-s Selam. Bizi İdris Tahir karşılıyor. Hoca olduğu her halinden belli olan İdris Tahir bize kendi yazdığı kitaplardan hediye ediyor. Kur’an-ı Kerim öğretimi ve tecvid ağırlıklı kitaplardan anlıyoruz ki, burada İslami eğitim veriliyor. Yanı sıra İngilizce ve Arapça öğretim de yapılıyor. Muhammed Şaban isminde bir Mısırlıyla tanışıyoruz. Yaklaşık 20 yıl önce Nijerya’ya gelen ve Mısır’a hiç geri dönmeyen M. Şaban gitme umudunu tamamen yitirince 50 yaşında iken Nijeryalı bir Müslüman kızla evlenmiş. 2 yaşındaki kızını getiriyor yanımıza. Niçin geldin ve neden geri dönmedin? sorularına verdiği cevap kadere teslimiyetini ve rıza makamında olduğunu gösteriyor.” Ente türîd, ene ürîd, vallahü yef’alü mâ yürîd” Sen istersin, ben isterim; ama Allah’ın dilediği neyse o gerçekleşir, anlamındaki bu söz, bir kelam-ı kibar olarak zihnime yer ediyor. Şaban Hocanın verdiği bu güzel dersin ve huşu içerisinde kıldığımız ikindi namazının ardından sanki yıllardır tanıştığımız bir dosttan ayrılıyoruz hissiyle kucaklaşıyor ve daha önce burayı ziyaret eden kardeşlerimize gönderdikleri gönül dolusu selamları koyup çıkınımıza vedalaşıyoruz.

 

Nijerya’ya veda

Uçağa binmek üzere hava alanına dört saat önceden gitmek gerekiyor. Çünkü işlemler uçağın kalkmasına iki saat kala tamamlanıyor. Polislerin bütün güzel duygularımıza gölge düşüren tavırlarını kayıt altına almak istemiyorum. Ancak şu kadar var ki girerken yaşadığımız şokun çok daha şiddetlisini ayrılırken yaşatıyorlar bize…

Heybemizde anılar ve emanetleri teslim etmiş olmanın hazzıyla veda ediyoruz Nijerya’ya.

           

 

 

Gençlere nasıl seslenmeli?

Ahmet Türkben hocamızın gençlik ve gençlik çalışmaları ile ilgili haberi sitemizde çok ilgi görünce kendisiyle bir söyleşi gerçekleştirdik.

Dernek ve vakıflar gençlere yönelik ne tür çalışmalar yapmalılar?

(Ahmet Türkben) Bu soruya cevap vermek benim haddime midir, bilemem; ama ortak derdimiz olması hasebiyle İMH çatısı altında faaliyet yürüten eğitimci arkadaşlarımızla yaptığımız müzakerelerin bir hasılası olarak sizinle bu konudaki birikimi paylaşabilirim.  

İlk önce gençlerin önemi kavranmalı

Gençlere yönelik neler yapabileceğimiz konusunu konuşmadan önce kendimize “Neden Gençlik?”  sorusunu sormalı ve bunun cevabını vermeliyiz. 

Genç insan; düşünen, üreten, merak eden, sorgulayan ve hayal kuran yönüyle zihinsel; heyecan, coşku, cesaret yönüyle duygusal; dinçlik, canlılık, kuvvetlilik yönüyle de bedensel dinamizmin merkezinde olan insandır. 

İnsanlık tarihi boyunca siyasi ve sosyal projesi olan tüm hareketler gençlerin omuzlarında pratiğe aktarılabilmiştir. Bunun temel gerekçesi; gençlerin yukarıda zikrettiğimiz zihinsel, duygusal ve bedensel açıdan hazır oluşlarının yanı sıra, toplumun diğer katmanlarından farklı olarak yerleşik ve monoton bir hayat tarzına sahip olmayışları, ekonomik kaygıdan uzak oluşları ve geleceğe dönük umutlarının olmasıdır. Gençlik çalışmaları önemini gençliğin sosyolojik değerinden almaktadır.

Gençlik, toplumsal hareketlerin adeta can damarı gibidir; dahası hareketlerin lokomotif gücü gençlerdir. Gençlerini kuşatamayan her camia sönmeye mahkumdur. Bu nedenle hareketlerin sürekliliği, gençlik çalışmalarına bağlıdır. Boşalan her pozisyona yeni birilerinin kazandırılabilmesiyle süreklilik sağlanabilir, birbirine eklenen zincirin halkaları gibi.  Bir zincirin mukavemeti de en zayıf halkasının gücüyle orantılıdır. Bu noktadan hareket ederek en zayıf halkamızı bile nasıl güçlendireceğimizi düşünmeli ve bu konu ile ilgili özel çalışmalar yapmalıyız. 

 

Gençlik çalışmalarıyla ilgili temel yaklaşımlar neler olmalıdır?

Öncelikle İslami camianın gençlik çalışmalarını yeni bir yaklaşım ve bakış açısıyla ele alması gerektiğini düşünüyorum. Temel ilkelerden vazgeçmeden zaman ve şartların değişimine paralel olarak tarz ve modeller de değişebilmelidir.  

Beliren ihtiyaçlar göz ardı edilmemeli

Örneğin köklü bir geleneğe sahip olan Kur’an Kurslarımızı ele alalım. 28 Şubat’tan sonra çocukların ergenlik yaşında kurslara yönlendirilmesi Kur’an eğitimini ve hafızlığı zorlaştırmıştır. Bir yanda SBS ile bağlantılı dökülmeler diğer yanda hâlâ eski usulde sürdürülmeye çalışılan eğitim metotları. Bu tezat durumda var olan sistemi devam ettirmek önümüzde duran gerçeğe yüz çevirmektir. Bu gerçeği göz önünde bulundurarak yeni atılımların yapılması gerekir.

En basitinden spor salonu olmayan mekânlarda bu yaştaki çocukların enerjileri nasıl atılacak ve nasıl disipline edilecektir? Teknoloji kullanımının da bu ortamlarda kontrollü şekilde olması gerekir. Kurslarda bir kütüphanenin olmaması ne kadar da vahimdir. Kitap okumaya alışamamış bir öğrencinin hafız ya da imam olması durumunda onda pek çok şeyin eksik kalacağı aşikârdır.  Yurt ve kursların yeniden bu anlayışla imar edilmesi, bu şekilde kompleksler olması gerektiği kanaatindeyim. Eğer bu eğitimi ciddiye alıyorsak bu çağa özgü ve bu neslin ihtiyaçlarına cevap verecek mekânlar oluşturmalıyız. Tabii olay sadece mekân değişimi değildir.

Bu, temelde bir zihniyet meselesidir, sonra da bir mefkûreye sahip olmayı ilzam eder. 

Dernek denilince müstakil ve belirli bir camiaya has kurumlar akla gelmemeli. Cami derneklerimiz de var bizim. Bu dernekler de yeniden yapılandırılmalıdır. Bünyesinde kütüphanesi, etüt salonu, masa tenisi gibi bir sportif etkinliğin yapıldığı küçük de olsa bir spor alanı, seminer salonu vb. faaliyet alanları ile camilere gerçek fonksiyonunu kazandırmak belki de en öncelikli meselemizdir.

Toplumun önderi konumunda olan imamlar ve öğretmenlerin ortak hareket edecekleri ve insan yetiştirme sorumluluğunu birlikte iş üreterek yerine getirecekleri günler inşallah gelecektir. Müstakil kurumlarımıza gelince; dernek ve vakıflar örgün ve yaygın eğitim alanında görev yapan eğitimcilerden, din eğitimi hizmetini yürüten kişi, kurum ve kuruluşlardan azami derecede faydalanmalıdır. Bu amaçla imamlar ve öğretmenlerle sık sık iletişim toplantıları düzenlenmelidir. Yetişmiş insanımıza gerçek misyonlarını icra edebilecekleri alanlar oluşturulmalıdır.

Evet, ümmete ait tüm kurumlar, gençlik konusunda yeni adımlar atmak durumundadır. Bu, hem mevcut potansiyeli en verimli ve başarılı bir şekilde harekete geçirmek hem de yeni bakış açılarıyla kendimize bu konuda yeni kazanımlar oluşturmak açısından önemlidir.

Gençliği önemsemek ve onlara yatırım yapmak geleceğimiz açısından çok önemli olsa gerek?

Hem de çok önemli. Hizmet ve faaliyetleri, gelecek nesillere miras olarak devredecek olmanın sorumluluğu ile gençleri önemsemek ve onların yolunu açmak gerekir. Anın gereği önemlidir; ama gençlik dediğimizde daha çok geleceğe dönük bir bakış açısına, bir tasavvura ihtiyaç vardır. Hz. İbrahim (a.s)’ın duasındaki ufuk ve süreklilik vurgusu bize yol göstermelidir. Peygamber Efendimiz: “ Ben İbrahim’in duası, İsa’nın müjdesiyim.” buyurmuş. Bu toprakların Müslümanları olarak bizler de, merhum Üstad Ali Ulvi Kurucu’nun ifade ettiği gibi, önceki neslin kabul olmuş duaları, gerçekleşen rüyalarıyız. İşte gençlik çalışmalarının bu iman ve perspektifle yürütülmesi gerekir. Bu amaçla geleceğin liderlerini yetiştirmek zorundayız. Bu da mevcut öncü kadroların gençlerin önünü açmaları ve onlara güvenip sorumluluk vermeleriyle mümkündür. 

Bu aynı zamanda bir planlamayı da gerekli kılıyor herhalde?

Elbette, gençlik çalışması bir bütünün önemli bir parçası olarak planlanmalı. Gençlikle alâkalı tüm çalışmalar, gelecek tasavvurumuzla ilişkili bir gençlik hedefine göre yapılmalı ve yapılandırılmalıdır. Gençlerin yalnızca gençlik dönemlerini değil, özellikle sonrasını da hedeflemek gerekir. Gençlik çalışmaları; gençliğin doğası dikkate alarak planlanmalı. Yanı sıra çalışmaları, iman zemininde gelişen bir ahlak; bu toprakların köklerinden beslenen bir sorumluluk; günümüz ihtiyaçlarına cevap verecek ve geleceğe hazırlayacak bir donanım, üretkenlik ve aidiyet gibi kavramlar etrafında örgütlemek ve atılacak adımları bu yaklaşımlar çerçevesinde atmak önemlidir.

Her şey çok güzel de, tüm bu idealler gençlere nerede ve nasıl kazandırılacak?

Çalışmalar için her mekân, bir imkan olarak değerlendirilmelidir. Vakıf ve dernek binaları, öğrenci evleri, yurtlar, kültür merkezleri, Kur’an Kursları, camiler, spor ve izcilik kulüpleri vs. Ancak şunu da ifade etmekte yarar var. Kurumsal olarak, gençlerin benimseyebileceği, kendilerini rahat hissettikleri ve ifade edebildikleri kurumlar yani müstakil ‘Gençlik Merkezleri’ de açılmalıdır. Bu merkezler hem fiziki açıdan hem de gençlerin ihtiyacına cevap verecek bir donanımla dizayn edilmelidir. Bunun da olması ekonomik desteğe bağlı. İmkânı olan ve gençliği dert edinen varlıklı insanların bu yönde hiçbir dünyevi karşılık beklemeden yatırım yapmaları gerekir. Böyle kurumlar yoksa ya da açılamıyorsa her dernek ya da vakıfta gençlik çalışmalarını organize edecek liyakatli, güçlü bir “ Gençlik Yönetim Ekibi“ oluşturulmalıdır.  

Kurumlarda gençlere yönelik rehberlik hizmeti verilmeli. Öncü gençlik ekibinin belirlenip etkinlikler bu ekip üzerinden yapılmalı. Arge birimi (kaynak oluşturma, istatistik…) oluşturulmalı. Özellikle sosyal bilimler alanında proje birimi oluşturulmalı.  

Temel bir mevzu ve kitabın tamamını okumak anlamına gelecek belki ama kurumsallık bize çok şey kazandırdığı gibi bir taraftan da bir şeyleri alıp götürüyor sanki, ne dersiniz?

Çalışmalarımızı profesyonelliğe kurban etmemeliyiz. Dernek ve vakıflarda gönüllülüğün esas olmasının gerekliliği göz ardı edilmemelidir. Rutin çalışmalar, komisyonlar, birimler, görevler, etkinlikler; samimiyet, ciddiyet ve gayret hamuruyla yoğrulmadan, yani gönül verilmeden, ihlâsla yapılmadan bereket olmaz. Elbette kurumsallık önemlidir; ancak her hizmetin meta haline dönüştüğü ve karşılık beklenerek üretildiği bu kapitalist çağda o ruhu yani ihlâsı kaybetmemek çok ama çok önemli!  

Peki, genele dönük çalışmalar yeterli mi sizce, biraz daha özele mi inmek lazım acaba?

Yeterlidir denemez. Gençlik çalışmalarında nicelik ve nitelik dengesi gözden kaçırılmamalı. Genele yönelik çalışmalar yanında özel olarak ilgilenilmesi gerekenler de göz önünde tutulmalı ve gençler kategorize edilerek bazı alanlara özel yatırım yapılmalıdır. Her gencin ilgisi ve yeteneği çerçevesinde sanat ve sosyal bilimler gibi en az bir alanda gelişmesine yönelik imkânlar hazırlanmalıdır. Gençler yetenekleri doğrultusunda üretkenliklerini geliştirmeye teşvik edilmelidir. Bizim ikinci bir Ömer Karaoğlu’muz neden olmasın? Müzik alanında zeminler hazırlanmalı ki yetenekli gençler bir eğitimden geçirilerek yetiştirilebilsin. Tabii bu noktada ortamları kurumlarımızın hazırlaması gerekir.Kurumlarımız, kabiliyetleri keşfedip yönlendirme ve geliştirmede maalesef başarısız. Birileri kendi çabalarıyla bir noktaya geliyor sonra da kurumlar onları sahiplenmeye çalışıyor; meyvenin peşine düşen çok da kökte emek kimin, ona bakmak lazım.

Gençlerin ihtiyaçlarını iyi tespit etmek gerek

Gençler İçin meşru eğlence ortamları oluşturulmalı ki gençler haram ortamlardan korunabilsin. Coşkulu ortamlar hazırlanarak gençlerin coşkusu, dinamizmi desteklenmeli ve disiplinize edilmelidir. 

Gençlik çalışmalarında gençler ne yapmak istiyorsunuz?” Size hangi konularda, nasıl yardımcı olabiliriz? “ yaklaşımı esas alınmalıdır. Gençleri anlayan, sahiplenen ve gençlerin yanında olunduğu hissettirilen bir yaklaşımla hareket edilmelidir.

Gençliğin ilgisi ve sorun alanı olarak ifade edebileceğimiz SBS ve ÖSS de dikkate alınmalı.

Sanat, edebiyat ve düşünce önemsenmeli. Sanatsal becerilerden el becerilerine, yazarlıktan hitabete, yabancı dilden sportif etkinliklere kadar gençlerin nitelikli olması yönünde gerekli her tür girişimde bulunulmalıdır.  

Gençler için sportif alanlarda faaliyet imkânı oluşturulmalı, her gencimizin bir spor dalıyla uğraşması, yetenekli olanların üst başarılara doğru taşınması esas alınmalıdır. 

Yurt içi ve yurt dışındaki farklı gençlik organizasyonları takip edilerek tecrübelerden faydalanılmalıdır. Bu konuda başta yakın çevremiz; Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu masaları oluşturulmalı. Sonra tüm İslam Coğrafyası masası ve… Gençlik çalışmalarının artık ulusal sınırlarda kalamayacağı görülmeli, mutlaka uluslararası boyutları da içeren bir perspektifle hareket edilmeli. Bu yönde Bab-ı Alem, Sader, İDSB ve Hüdayi Vakfı gibi kuruluşların iman coğrafyamızın sınırlarını kuşatan çalışmaları takdire şayandır. Küreselleşmenin olumsuz etkilerine karşı, sağladığı imkânlar kullanılabilmeli. Uluslararası tecrübeden istifade edilmeli. ”En İyi Nasıl? “ modellemeleri gözden ırak tutulmamalı. 

Farklı zeminlerde yapılan gençlik çalışmaları arasında iletişim ve koordinasyonun sağlanması da önemli. Bu amaçla platformlar oluşturulmalı. Senede bir veya iki defa oturumlar düzenlenmeli, paylaşım konusunda cömert davranılmalıdır. Rekabete değil hayırda yarışa odaklanılmalıdır. Gençler her şeyde olduğu gibi birlik ve dayanışmada da lokomotif olabilirler, yeter ki sığ anlayışların ve dar kalıpların vesayetinden kurtulabilsinler.

Okuyan gençlik için bazı okullara özel önem verilebilir. (İmam Hatip Liseleri, Fen Liseleri, Öğretmen Liseleri, Sosyal Bilimler Liseleri) 

Üniversite gençliği, orta öğretim ve ilköğretim gençliği ile koordineli hale getirilmelidir; ancak onların kendi zeminlerindeki faaliyetleri de güçlendirilmelidir. Üniversite döneminin verimliliği dikkate alınmalı ve oradaki aksiyoner yapı korunmalıdır.

Orta öğretime ve üniversiteye yönelik yurtlar açılmalı. Zaten bu amaçla açılmış pek çok yurt vardır, denilebilir; ancak buraların sadece barınma ihtiyacını karşılayan yerler olarak kalmaması, gençlerin zihin ve yürek dünyalarını doyuran kültürel faaliyetlerin planlanıp uygulandığı mekânlar olması gerekir. 

Hiç kimse sahipsiz değildir, hiç kimse de hiç bir şeye sahipsiz değildir

Gençlere aidiyet hissi kazandıracak gruplar oluşturularak grup psikolojisinin imkânlarından yararlanılmalı ve gruplara has programlar düzenlenmelidir.   

Gençliğin günümüzde belki de eksikliğini en çok hissettiği “cemaat havası“ ihmal edilmemeli. Özellikle ilköğretim ve orta öğretime yönelik “ öncü ağabey ve abla modeli “ oluşturulmalıdır. 

Radyo, TV ve basın konusunda yeni anlayışlar geliştirilmeli ve gençlere hitap eden, onların katılımını esas alan seviyeli programlar üretilmelidir.   

Gençlik sadece “Okuyan gençlik“ ten ibaret görülmemelidir. Okuyan gençlik üzerindeki çalışmalarda üniversiteli olmanın hedeflenmesi, buna rağmen üniversiteyi kazanamayanların çalışan gençlik zeminlerine yönlendirilmesi sağlanmalıdır. 

Son olarak şöyle biraz daha somutlaştırırsak, mevcut dernek ve vakıflarda çalışma olarak neler yapılabilir?

Bu sorunuza önceden hazırladığım notlardan cevap vermek isterim:

· Seminerler ve dersler yoluyla yürütülebilecek eğitim öğretim faaliyetleri

· Din eğitimi, sosyal bilimler, tarih, düşünce, İslam coğrafyası, iletişim, görgü ve adab-ı  muaşeret alanında 

· Atölye çalışmaları

Yazı ve şiir, düşünce, tarih, sinema, yabancı dil (İng. Arapça) 

· Okuma grupları

Nesil okumaları (Asım’ın Nesli, Diriliş Nesli, Büyük Doğu Nesli)

Yazar okumaları (Nurettin Topçu, Rasim Özdenören, Cemil Meriç, İsmet Özel, Atasoy Müftüoğlu…)  

· Düşünce platformları ve paneller

Katılımcılar gençler olmalı 

· Kültürel  faaliyetler

Tiyatro, sinema, konser, yarışmalar, kültürel geziler… 

· Sanatsal  faaliyetler  

Geleneksel sanatlarımız( hat, ney…) müzik, resim…  

· Yaz  çalışmaları

Yaz  Kur’an Kursları, yaz  okulları, yaz kampları ve izcilik                

· Beceri geliştirme faaliyetleri

Diksiyon ve hitabet çalışmaları, organizasyon ve liderlik; özellikle de genç kızlar için çocuk bakımı, evliliğe ve hayata hazırlık… 

· Sportif faaliyetler

Sporun sadece futboldan ibaret olmadığını idrak eden bir yaklaşımla ortaya konabilecek spor etkinlikleri organize eden kulüp faaliyetleri 

· Yayın çalışmaları

Dergi, Web sitesi, gazete (Gençliğe ait müstakil bir gazetemiz olmalı) 

Bunların hayata taşınması eğitimli, nitelikli kadrolarla mümkün herhalde?

Bu bir sevda işidir, demiştim. Derdi ve sevdası olanların taşın altına elini koyması lazım. Diğer taraftan; gençlik, sadece gençlere bırakılamayacak kadar önemlidir, düşüncesinden hareketle elbette özellikle eğitimcilere büyük görev düşüyor; ancak takdir edersiniz ki bunlar masa başında üretilip de gençliğe servis edilecek teoriler değildir. Sahada olanların pratikleri daha önemlidir.

Bu noktada, gençlerin üretkenliğini önemseyen, onların fikirlerine değer veren ve onlara sorumluluk yükleyen ancak bu süreçte onlara rehberlik yapmaya çalışan bir anlayışla hareket edilmeli. Evet, nitelikli kadrolar elbette çok önemli. Neticede bir eğitimden bahsediyoruz. Hazırlanacak alternatif eğitim programlarından tutun, okunacak kitap listelerine varıncaya kadar eğitimin tüm basamakları planlanmalıdır. Buna yönelik de ihtisas kurumları açılmalıdır.   

Dernek ve vakıflar, örgün ve yaygın eğitim alanında görev yapan eğitimcilerden, din eğitimi hizmetini yürüten kişi, kurum ve kuruluşlardan azami derecede faydalanmalıdır. Bu amaçla imamlar ve öğretmenlerle sık sık iletişim toplantıları düzenlenmelidir. Yetişmiş insanımıza gerçek misyonlarını icra edebilecekleri alanlar oluşturulmalıdır.Özellikle gençliğin duygu dünyasına hitap edebilecek ve onlara sığınak limanları oluşturacak yerlere ve kişilere olan ihtiyaç göz ardı edilmeden projeler oluşturulmalıdır. 

Efendim, bu engin tecrübelerinizi bizlerle paylaştığınız için teşekkür ediyoruz.

Beni de Götür Diyemedim / Ahretlik (Ahmet Türkben)

Biricik Dostum Şehit Bülent Tuna’ya…
Yağmur yüklü bulutlar gibi doluyum bugün
Yeni bir hazine daha gömdük toprağa
Kabirlere hayat geldi, canlandı ölüm
Yağmur yüklü bulutlar gibi doluyum bugün 
İyiler hep gitti, dilediği yere
Yüreğim üşüyor şimdi, yüreğim yorgun
Öksüz kalmış bir yavru gibi
Şimdi yalnız yüreğim

Göğümden aktı bulutlar ve göçmen kuşlar
Derin uykudayken şehir, gitti dağlar
Sen de gittin be Ahretlik
Gideceğin yere beni de götür, diyemedim

Hatıran gelir aklıma, sonra çocukluğumuz
Bebeğin ağzından düşer gibi
Dökülürdü heceler bir bir
Nağmesi hoşa giden bülbül sayılırdık
Anlamını bilmeden okuduğumuz mushafın
Bu çağda yürüyen taşıyıcısı biz olduk
Dua makamında bestelenmiş mısraların
İçten, riyasız terennümü biz olduk
Ve bir sevdanın ilk tohumları gibi
Çocuk kalbimizde resulü bulduk

Gül yüzünü rüyamızda
Görelim Ya resulallah
Gül bahçene dünyamızda
Girelim Ya resulallah

Sonra sesimiz daha gür çıkar oldu
Yürürken bestelenen marşlarda koro olduk
Toz duman meydanlarda belki güz olduk
Kuruyan dallarda kutlu söz olduk
Lâ ilâhe illallah

Düşmez dilimizden
Sökülmez kalbimizden
En kutlu sözdür bu
Lâ ilâhe illallah

Ve bir hasret düştü içimize
Güllerin vedası süsledi düşlerimizi
Adı şehadet olan bir muştu bulduk
“Şehadet şehadet surûru inkılâbest”
Adı Metin’di ve adı Fuat
Sonra Hâris ve Murat

Savaşa ayarlıydı vakitleriniz
Vedanız hasret olur, yürür içimde
Sesiniz imanın keskin çığlığı
Gün olur, kavgaya dönüşür gider

Ah dedik ah!

Ah ben de olabilsem
Şimdi kardeşimin yanında
Sarılsam ona ve yüzüm sürüversem
Komşu olsam inci tahtına

Bir ateş düştü, düştü içimize de
Onu küllendirmeyen sen oldun
Gideceğin yere beni de götür
Diyemeden gittin be yiğidim
Bana seni hatırlatacak
Taptaze iki fidan bırakarak

Bir yarıştı bu, evet bir yarış
Ötelerden kopup gelen bir yarış
Çarıkları önce Cüheyman giydi
Yarısını sana bırakarak giden
Onun nikahını kıydık ilkin
Ayrılmadan nice düşman kıyıp giden
Cüheyman’dı bir orducuktu
Senin de seçildiğini muştulayan
Taptaze bir haberle gelen, oğlun gibi
Ahdini ve aşkını toprağa değil
Senin kalbine eken

Hep gidiyorsunuz be Ahretlik…
Şimdi muradına eren bir gül de sen oldun
Gideceğin yere beni de götür, diyemedim

Siyah gözlerinde ve karlı saçlarında okudum
Hayatı ve ölümü
İnişi çıkışı, yokuşu düzü
Nimet verilenlerden olmaktı dileğin
Peygamber değilim, dedin
Hele sıddık ya salih
Ve aramızdan cepheye uğurlanan sen oldun
Nimetlerin en güzelini buldun
Ne güzel arkadaştın be Ahretlik
Ve hasüne ülâike rafîka

Dünya yanında küçüldü senin
Ölümün hayata dönüşür gider
Göklerden gelen taze bir haber
Günahsız tertemiz defterin senin

Ey içinde bir ordu yürüten adam
Ey cennetin yolunu öğreten adam
Ey hasretini kafesinden uçuran adam
Ey Körüklü Hoca ve Ey Şehit İmam
Sen yerli, sen şehirli olamadan gittin
Bana seni hatırlatacak
Taptaze iki fidan bırakarak
Gideceğin yere beni de götür, diyemedim

Kutsal bir emanet yetim bebekler
Hüzün bir dağ gibi büyür içimde
Aşkın bedelini öder şehitler
O’ndan gelen O’na kavuşur gider

Yarım kalan sevdaları şimdi kim sürdürsün oy…
İmrenerek bakılsın artık yıldızlara
Kitaba aşkla nasıl bağlanırmış insan
Ölümün tükendiği yerde nasıl yaşanırmış
Ve nasıl saraylar kurulurmuş ölüm üstüne
Ve neden, neden hep dağlara bakarmış gözlerin
Bildik bunu ey şehit imam
Biz seni bilince
Nasıl Allah için yaşanır
Ve nasıl ölünürmüş O’nun yolunda
İnnâ lillâh ve innâ ileyhi raciûn…

Haziran/2001
Ahmet Türkben