Saatler Türkiye saatiyle 06’yı Bangladeş saatiyle 10’u gösterdiğinde uçaktan iniyoruz. Bizi Ahmet Bey karşılıyor ve bir minibüsle kalacağımız otele doğru hareket ediyoruz. Yollarda çil çil rikşa denilen üç tekerlekli bisikletler görüyoruz, yanı sıra CNG denilen gazlı ulaşım araçları. Alt üst olan ve İngiliz usulü akan trafikte, şoförün ustaca manevraları sayesinde hiçbir kural tanımadan bir o yana bir bu yana savrula savrula yol alıyoruz.

Bunca karmaşa içerisinde hiçbir kazaya rastlamıyor ve bizdeki gibi sinir harbi yaşayan insanlar görmüyoruz. Herkes kendi halinde, hızlı; ama sabırla yoluna devam ediyor. Araba, biraz duraklayacak olsa bize uzanan eller görüyoruz. Çoğunluğu sakat olan dilencilerin bir deri bir kemik kalan elleri, bizi çepeçevre kuşatıyor. Yol kenarlarında çöp yığınları var ve etrafta ağır bir koku. Araçlar, evler, insanlar hepsi bu ülkenin ne kadar fakir olduğunu anlamamıza yetiyor. Geri kalmışlığı daha iyi fark etmek için Türkiye’den en az 50 yıl öncesine gitmek gerekiyor.

Zorlu bir yolculuğun akabinde nihayet otele ulaşıyoruz. Amacımız, bir an evvel mülteci kamplarına ve yetimhanelere gitmek; ancak Ahmet Bey bunun yarın mümkün olabileceğini söylüyor. Günübirlik bir akışa tabi olmak zaruretiyle vakti değerlendirmenin peşine düşüyoruz.

 Bengal Körfezi kıyısındaki dünyanın en uzun doğal sahilinde yürüyüşe çıkıyoruz. Kimsenin denize girmemesi dikkatimizi çekiyor ve çocukların haricinde de sahilde pek kimse görünmüyor. Burada mevsim kış ama bizim yazımız gibi. Sıcaklık 22 Co ve hava çok nemli. Bu

harika kumsal ve dalgasız deniz bizde olsa bu kadar rahat olamazdık.  Evet, kilometrelerce uzunlukta bir sahildeyiz. Brezilya, Malezya, G. Afrika gibi ülkeler burayı 20 yıllığına kiralamanın peşindeymiş. Özgürce oynayan çocukları gördüğümüzde bu doğallığın bozulmaması temennisinde bulunarak şehrin merkezine doğru hareket ediyoruz.

 Yol üzerinde kuru balık satan insanlar dikkatimizi çekiyor. Burada da ağır bir koku var. Araçtan iniyor ve bir müddet bekleşiyoruz. Bir pazar yerini andırıyor, burası. Etrafta yerel kıyafetleriyle etekli erkekler dolaşıyor. Nungi diyorlar bu eteğe. Pek çok dilenci var burada ve bizden Taka istiyorlar, Taka Bangladeş’in para birimi. Birinin isteği yerine gelse diğerleri peşi sıra hücum edecekler belli. Birileri onları uzaklaştırmaya çalışıyor. Fakir ama mağrur insanlar Bengaller; aynı zamanda çalışkanlar, herkes bir koşuşturma içerisinde.

Balık haline gidiyoruz. Akşam vakti olmasına rağmen burada da hummalı bir çalışma var. Film sahnelerinden hatırladığımız bir tablo ile karşılaşıyoruz. Küçük tekneler ve sallarla dolu olan bu kıyıda çeşit çeşit, adını yeni duyduğumuz pek çok balık türü olduğunu öğreniyoruz. Akşam ezanlarıyla birlikte camiye geçiyoruz. Cami, buranın en temiz mekanı ve camiler bu ülkede Türkiye’dekinden farklı. Yerlerde halı ya da kilim yok, mihrapla iç içe iki basamaklı bir minber var. Başında bir takke ve cüppeyi andıran entarisiyle kıraati oldukça düzgün genç bir imama uyuyoruz. Rükû ve secdelerin uzun tutulduğu, ta’dili erkâna riayet edilen bir akşam namazı kılıyoruz. Müezzinlik sadece ezan ve kametle sınırlı. Farz namazdan sonra müezzin yok artık.  

 

Namazın bitimiyle balık halinden ayrılıyoruz. Yol üzerinde bir Hindu tapınağına rastlıyoruz. Kapıları açık, içeride ayin yapıyorlar. Merakımızdan izin istiyor ve içeri giriyoruz. Kadın erkek ayrı oturuyorlar. Kadınlar biz gelince başlarını bir örtüyle kapatıyorlar. Genç bir çocuk idare ediyor ayini. Yerel müzik aletleri eşliğinde Hinduca ezgiler söylüyorlar. Ön cephede Hindu din adamlarından biri olsa gerek, onun büyük fotoğrafı var. Bir yatak ve yatağın başucunda yine aynı kişinin fotoğrafı. Her gelen ona yönelip secde ediyor ve el ayalarını birbirine bitiştirip ayakta uzun süre dua ediyor. Çok kasvetli ve gürültülü bu ortamdan, bu insanların hidayeti için dua ediyor ve bu tapınaktan süratle ayrılıyoruz.

Hindular ve Müslümanlar iç içe yaşıyor bu şehirde. Tapınağın hemen biraz ötesinde bir mescit var. Bu mescidin, Tebliğ cemaatinin bu şehirdeki merkezi olduğu söyleniyor. 45 yıldır hizmet veriyormuş. İmamla Arapça sohbet ediyoruz. Hanefi mezhebine bağlı ve merkezi Pakistan’da olan, Türkiye’de de izlerini gördüğümüz bu cemaatin müntesipleri samimi ve gayretli insanlar. Temel misyonları, İslam’ı tebliğ yoluyla insanlara ulaştırmak. İbadet ve ahlak vurgulu bir toplumsal dönüşüm için sefere çıkıyorlar. Haftalık, aylık ve yıllık periyotlarla turlara çıkıp insanları İslam’a davet ediyorlar. Dünyanın çok farklı ülkelerinden yılda birkaç defa kendilerini ziyarete gelen gönül dostları olduğunu anlatıyor imam. Yılda bir, milyonlara ulaşan bir sayıyla Bangladeş’te toplanıyorlarmış. Allah amellerini bereketlendirsin ve sözlerini müessir kılsın.

Akşam, İGMG’den gelen kardeşlerimizi ziyaret etmek üzere onların kaldığı otele gidiyoruz. Rafet ve Şaban Beyler bizimle aynı duygularla, iyiliğe ortak olmuşlar ve Almanya’daki kardeşlerimizin selamını getirmişler. Samimi bir sohbetin ardından, bizi hayır üzere birleştiren rabbimize hamdediyor ve birbirimiz için dua ediyoruz.

 Teknaf kamp bölgesi   

Ertesi gün sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Teknaf bölgesindeki mülteci kamplarını ziyaret etmek üzere yola çıkıyoruz. Yol güzergâhında kasabalara rastlıyoruz. Her kasabada binlerce insan… Cadde üzerlerine pazarlar kurulmuş. Yere serilmiş bezler üzerinde mango, Hindistan cevizi, muz, kurutulmuş balık satıyorlar. Tezgâhların başında çoğunlukla çocuklar var. Omuzlarında yakacak odun taşıyan ve bu odunları satmak üzere pazara getiren çocuklar. Küçük barakalar şeklinde dükkanlar görüyoruz. Rikşa tamircisi, kaynak atölyesi, eczane, marangoz, lokanta, kalaycı, pirinç dükkanı… Çocukluğumun saman pazarından hatıralar düşüyor gönlüme. Hemen hemen her yerde pan otu satılıyor ve herkes bağımlılık yapan bu otu çiğniyor. Nerede dili kıpkırmızı olmuş insan görsek, anlıyoruz ki panlanmış.

İki saatlik bir yolculuğun ardından Myanmar sınırına yakın bir yerde kurulan kamp bölgesine geliyoruz. Bu kamplarda Budist’lerin zulmünden kaçarak Bangladeş’e iltica etmiş yarım milyona yakın Arakanlı kardeşimiz barınıyor.