Dünyayı itelerken dahi incitmeyen naiflikte yaşadı… Ve zalime karşı celalli ve heybetli durdu.

 

http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=3159

 Gözleri dünyalı olmayan bir çocuk…

Neler biliyoruz onun hakkında?

90’lı yılların başında Bosna direnişine katıldı. Beş ay Hırvat hapishanelerinde yattı. Üniversite öğrencisiyken kayıt dondurup dünyanın ezilen, katledilen, soykırıma uğrayan bir halkı için, Hakk için savaşa gitti. Geri döndü. Okula devam ediyordu. Ayaklarını sürüyerek geliyordu fakülteye. Savaş yoktu burada. Miskin bir dünyanın tam ortasında olmaktan rahatsız olan bir suretle yürüdü Beyazıt Meydanı’nda. 28 Şubat’ta kardeşleriyle birlikte bir yerlere götürüldü apansız. Sırplarla savaşan bir çocuk, kendi dilinden ve dininden olduğunu söyleyenlerce sorgulandı günlerce…

Fakülte koridorlarının yapay devrimci, yapay hüzün alanlarında durmadı, duramadı. Verilecek diploma devletin olsundu! Eskişehir’e gitti.  Dünyadan alıp vereceği yoktu. Bir mağazada duruyordu. Cümle bu. İş yerini sahiplenen değildi. Dünyayı sahiplenmeyen bir adem varıp bir mağazaya mı tamah edecekti?! Şehrin paraya, hıza ve günaha kesmiş atmosferi bir yanda, dünyanın kanayan ve savaşan yürekleri öbür yanda duruyordu. Gözleri dünyaya tamah etmeyen çocuk ne yaptı?

Gitti, Eskişehir’in bir köyünde en iyi yaptığı iki şeyden birini yaptı: Namaz kıldırdı. İmam oldu. Büyük cihadı hiç ertelemedi. Ama yüreği cephedeydi. Kardeşleri öldürülüyordu ve can kulağıyla, kalbiyle dinliyordu cephelerde bir bir düşenlerin çağrısını.

Ve bir gün çağrıya uydu; ailesini en sevdiğine emanet edip düştü yollara. Oradan da Rahmet-i Rahman’a…

Dünya’ya kör; hakikate çocuk şaşkınlığında bak!

Bülent Tuna, güzel namaz kıldırırdı. Güzel gözleriyle güzel bakardı. Az konuşurdu. Gözleri hiçbir zaman boş atamayan bir tüfeğin çelik namlusu gibi pürüzsüz, bil gül kadar dokunalı bakardı… Bir çocuk masumiyeti vardı o gözlerde.

Belki de baktıkça alıştığımız dünyaya meyletmemek için gitti. Baktıkça, dinledikçe, alış-veriş yaptıkça  “ondan olduğumuz dünya” bizi aldatırken; o, aldanmamanın gereğini öğrenmiş bir mü’min ferahlığında ve yeğniliğinde kalktı gitti zulme ve eğlenceye kesmiş dünyadan.

Namlu masal sevdalılarının revaç bulduğu bir çağda; ne namlu ne de masaldan yana yaptı tercihini. Bir garip gibi yaşadı varlıklı olmasına rağmen. Varlığı bir kenara itenlerin hakikaten inanabileceklerini beyan eden bir peygambere inanmıştı…

Dünya, düzenini sürdürmek için inanabileceğimiz yalanlar üretiyordu durmadan. Çok uluslu şirketlerin nazarında bir insan sadece bir alıcı; bir insanın eylemi ise masalcılar için yorumlanacak bir gazete haberinden öteye geçmiyordu. İnsan, çağa yenildi ve bunu kabul etmiyor. Çağa karşı insanın onurunu kazanmak için yürüyenlerdendi Bülent. Bu yüzden o heybetli duruşu bir kez olsun eğik değil gözümüzde.

Beyazıt Camii, belki de Bülent gibi namaz kılan mü’minleri daha çok özlüyor. Belki de bir çoğumuz cemaat olup namaz kılacağımız sırada bu yüzden imamlık yapmaktan çekiniyoruz; zira, imamlık Bülent kadar güzel namaz kılan kulların harcı. O mesuliyet altına girmek istemediğimiz için gözleri dünyaya eyvallah demeyen insanları arıyoruz saflar arasında.

Gülümsemesi sadaka olanlar

Bülent şehit edildiği gün, dünyanın en zarif ve bir o kadar da heybetli bir sütunu yıkıldı. Yıkılan sütunun altında kalanlardan biri de ben oldum. Aradan yıllar geçse de, hani birileri ölünce sanki içimizde de yavaş yavaş ölür ya… İşte Bülent için bunu söylemek mümkün değil; zira şehitler ölmüyor. Sanki birazdan gelip, kılmadığımız teheccüt namazı için uyandıracak bizi rahat yatağımızdan, bıkmayan rehavetimizden… Açıp okuyacak Kitap’tan ve asla yargılamayacak nasıl yaşadığımızı. O, selamını en güzel verenlerdendi. Hiçbir zaman meşgalelerimizin boş olduğunu dillendirmez, işine bakardı. İşi; insan kalbine şifa veren dualar ve o dualar kadar ferah yüzüyle gülümseyerek sadakamızı(selamını) vermesiydi.

Dünya, Bülentsiz. Zaten hiçbir vakitte Bülent’e sahip olamamıştı. O, zalimleri dize getiren gençliğimizin hayalini hakikat eyleyen az sayıda cesurlarındandı. Öyle ya, hayalleri peşi sıra gidenler, başka hayallere çoktan bel bağlayıp, aşklarına ihanet ettiklerini bile unuttular. O ise, hakikat’in bir hayal olmadığını her dem yaşadı.

Kavga sürüyor/kavga sürüyor!

Bülent Tuna’yı Ruslar’ın şehit etmesinin ne önemi var? Tabi, stratejik düşünürseniz elbet önemi var! Ancak, küfür tek millettir, düsturunu çoktan unutan ademler için Rus, Sırp, Amerikan, Hindu ya da daha başka biri… Bülent’i şehit ettiler. Bir tarihte, bir yerlerde, bir avuç inanmış insana karşı çakal sürüsünden daha fazla olan zalim ver kâfirlerin pususuna düştüler ve Bülent o gün beş kardeşiyle birlikte gitti buralardan. Ömür bir cihat meydanı… Kalple, bedenle, beyinle, ruhla direnen insanın kazanabileceği bir savaş devam ediyor Nuri Pakdilce söylemek gerekirse. Peter Weeis söylemişti yıllar önce: Kavga sürüyor/Kavga sürüyor/ Öğrenin bunu! diye… Evet, kavga olanca sinsiliğiyle devam ediyor ve dünya bir cennet değil!

Bülent’in gözleri gülüyor, sanki duası kabul olmuş gibi…

Bir şehitle yürümek gerçekten bir cennet bahçesinde yürümek gibiymiş; bunu bildim.

Doğdu, cihad etti ve şehid oldu. Hz Hüseyin ne demişti hani:”Hayat; iman ve cihattır.” Bu sözün anlamını sanırım en iyi kavrayanlardan birisi de Bülent’ti.

 

 

Zeki Bulduk, Bülent Tuna’nın imamlığında namaz kılmayı özledi