Bugün Endonezya, Malezya, Arabistan gibi pek çok ülkede 1.5 milyon Arakanlı kardeşimiz var. Bunlardan yarım milyonu Bangladeş’te ve işte böylesi kamplarda yaşam mücadelesi veriyor.
Elimizde izin belgeleriyle asker kontrolünden geçerek kamp bölgesine giriyoruz. Çoğunun mülteci statüsüne bile sahip olmadığı bir muhitte kampın hali içler acısı. Burada çekim yapabilmek ve kampı gezebilmek için müdürden izin almamız gerekiyor. Tam bir izin çıkmıyor; ama biz şartları zorlayarak kampın kenar bölgelerini gezebiliyoruz.
 
Onlarca çocuk görüyoruz, her biri hayatından memnun. Gözleri ışıl ışıl, yüzleri güleç.  Ayaklarında ne ayakkabı ne sandalet ne de terlik var. Çıplak bedenlerini örten elbiseleri de yok. Çamur içinde kurmuşlar oyunlarını. Onların oyuncakları, arabaları, bebekleri yok ve onların bir balonları bile yok. Ağaca çıkıyor kimi, kimi bataklığı andıran bir suya dalıp çıkıyor. Minik bebeleri ablaları eğliyor. 
Onlar farkında değiller olan bitenin, analarının çektiği acıların ve başka diyarlarda kendi yaşıtlarının oynadığı sanal oyunların.    
14 bin mülteci barınıyor bu kampta. Çoğunluğunu çocukların oluşturduğu ve her yıl ortalama 500 çocuğun nüfusa katıldığı bu kampın tabiî ki en mağdurları da çocuklar. Civarda ne bir hastane var ne sağlık ocağı ne de eczane . Hasta olma riskinin çok yüksek olduğu böylesi bir ortamda tedaviye dönük bir yerin olmaması hayret verici. Su problemi var. Aslında su her yerde var; ama sağlıksız.  Üstadın deyişiyle, pınar başında suya hasret yaşıyor Arakanlılar. Hayrullah Bey buna kafa yoruyor, çözüm arıyor ve tahlil yaptırmak üzere pet şişelere su örneği dolduruyor. Burayı görünce ilmihal kitaplarımızın neden ilk konusunun sular ve temizlik olduğunu daha iyi anlıyoruz.
Bir mescit görüyoruz. Küçük ama kampın en güzel mekanlarından biri. Etrafında yine küçük odacıklar şeklinde bir medrese var. Burada hafızlık eğitimi verildiğini öğreniyoruz. Çocuklara, içlerinde hafız olup olmadığını soruyorum. Bir delikanlı atılıyor ve “Ben varım.” diyor. Kısa bir aşır okumasını talep ediyorum, bize 1.5 sayfalık bir Kur’an ziyafeti sunuyor. Herkes saygı ve edeple kelamullahı dinliyor. Kucaklaşıyor ve dua ediyoruz.
Onca zulüm altında dininden vazgeçmeyi asla düşünmeyen Arakanlı kardeşlerimizin, çocuklarına Kur’an-ı Kerim okumayı öğretme gayretleri, bizi 1940’lı yılların Türkiye’sine götürüyor.
Allah’ım mevlâmız sensin bizim, nusret senden…  Rezzak olan sensin, yalnız bırakma kardeşlerimizi ve aç onlara rızık kapılarını. Fettah olan sensin, vatansız kalan yetimlerinin elinden tut, onları kendi hallerine terk etme. Kahhar olan, Cabbar olan, Züntikam olan rabbim, durumları sana malum ve sana zorluk yok, imdad eyle kardeşlerimize.
Ve Arif Nihat Asya’nın dua cümleleri geliyor aklıma:
“Bizi sen sevgisiz, susuz, havasız
Ve vatansız bırakma, Allah’ım!“
Mescitten ayrılıp ağaçtan yapılmış derme çatma evleri dolaşıyoruz. Kadınlar her yerde olduğu gibi burada da çocukları için yaşıyorlar ve o gün yemekte ne yedirebileceklerinin kaygısındalar. Yaşlı kadınlar görüyoruz, gülmeyi unutmuş yüzlerinde öfke ve hüzün hakim, biraz yakınlaşıp selam verince elleriyle tülbentlerini tutup yüzlerine götürüyorlar. Anadolu kadınının iffetine bürünüyorlar.
Çok acele hareket ediyor ekibimiz, doya doya konuşamıyoruz kardeşlerimizle;  ama gördüklerimiz aslında her şeyi anlamamıza yetiyor. Çocuklara şeker ve balon dağıtıp kamptan ayrılıyoruz.
Ekipteki arkadaşlarım, bayramda onlarla olacak, bense Dakka’ya döneceğim.
Yüreğimizde hüzün, dilimizde dualar…
 Hüdâ hâfız…
Ey bir ismi hafîz olan rabbim, sensin koruyan, her türlü beladan kullarını muhafaza eden, onların imanlarını muhafaza et ve onları korunaklı ve emniyetli bir vatana ulaştır.
  

/span