Kurbanları keseceğimiz yere doğru hareket ediyoruz. Dakka caddeleri, kurban kesim yerleri olmuş. Her 50 m’de bir kesilen kurbanlıklar ve etrafında et almak için bekleşen insanlar görüyoruz. Ne çok fakir var, Allah’ım…

Kurbanlardan bir kısmını, Şangram gazetesine ait binanın bahçesinde kesiyoruz. Burada kesim işlemini medreselerde yetişmiş hocalar yapıyor. Hocaya vekaletleri teslim ediyoruz. Yüzme işini de bu işte ehil kişiler yapıyor. Mükemmel bir organizasyon yapılmış. Gerçek ihtiyaç sahiplerine önceden fişler verilmiş. Etler parçalanarak poşetlere konuyor. Bize sadece bu dağıtım işinde görev almak düşüyor. Öncesinde kısa bir konuşma yapıyoruz. Türkiye’den İHH aracılığıyla kurban bağışında bulunan kardeşlerimizin selamlarını getirdiğimizi söylüyoruz. Bangladeş ve Arakan gibi 100’den fazla ülkeye de kardeşlerimizin gittiğini ve Müslümanlar arasındaki kardeşliğin, yardımlaşmanın dünyayı kuşatan güzelliğini anlatıyoruz. Nihayetinde bir dua ile konuşmayı tamamlayıp dağıtıma geçiyoruz.
Bize az gibi geliyor verilen etler; ama onlar için belki fazla, bilemiyorum. Tek bildiğim, her sokak başında bekleşen yüzlerce insanın olduğu ve hepsinin de gönlünü almak gerektiği. 
Pakistan kamplarında neşe ve hüzün iç içe
Başka bir kurban kesim yeri olarak da Pakistanlıların yaşadığı kampların olduğu bölgeye gidiyoruz. SPCRC, MCC ve Vabdakan kampları bu bölgede yer alıyor. Bangladeş’te 300 bin kadar Pakistanlı var. 1971 bağımsızlık savaşında bu insanlar, Bangladeş’te kalmışlar. Bu savaş öncesinde Bangladeş diye bir ülke yok, bu bölgenin bağımsızlıktan önceki adı: Doğu Pakistan. Süreç içerisinde Bengaller bağımsızlık talebinde bulunuyorlar ve bölgede Pakistanlı askerlerle Bengalli Müslümanlar arasında, şiddetli çatışmalar yaşanıyor. 3 milyon insanın  öldüğü 6 ay süren bir savaştan Bangladeş doğuyor.
İşte bu kamplarda yaşayan 300 bin Pakistanlı, ne vatandaş ne de mülteci statüsündeler. Kelimenin tam anlamıyla, ortada kalmışlar. Bangladeş göndermek istiyor, Pakistan ise kabul etmiyor. İki ülke arasında değişik zamanlarda anlaşmalar yapılmış, özellikle merhum Ziya ül Hak, bu insanların Pakistan’a dönmeleri için gerekli çabayı göstermiş; ama o şehit edildikten sonra gelen hükümetler anlaşmayı ya fes etmişler ya da rafa kaldırmışlar.
Kampın yetkilileriyle görüşüyoruz. Türkiye’den geldiğimizi duyunca başkanın gözleri yaşarıyor ve bizi hem sevindiren hem de hüzünlendiren konuşmasında kitaplardan okuduğumuz şu bilgilere yer veriyor: “ Siz, Kurtuluş Savaşı verirken bizim annelerimiz, ellerindeki bilezikleri çıkarıp size gönderdiler. Babalarımız, yardım seferberliği başlattılar; elde avuçta ne varsa Anadolu’ya gönderdiler. Siz de bizi unutmayıp buralara yardıma gelmişsiniz, Allah sizden razı olsun.” Anlattıkları bize yabancı değil; ama onun ağzından duymak bizi çok müteessir ediyor. Bizzat birinci ağızlardan duymak, okumak gibi olmuyor. Bir yandan bize teşekkür ederken, diğer yandan da dünya Müslümanlarına, Pakistan ve Bangladeş hükümetlerine sitem ediyor: ” Hıristiyan misyonerler bizi ziyarete geliyorlar, ellerinde İncillerle. Sizin tüm problemlerinizi biz çözeriz. Size arazi alırız, evler yaparız. Erkeklerinize iş de veririz; ama bir şartla: dininizi değiştirin.” Biz onlara her gelişlerinde diyoruz ki:” Araziniz, eviniz, işiniz sizde kalsın, biz hiçbirini istemeyiz. Biz dinimizden asla dönmeyiz, diyoruz; ancak Müslümanların duyarsızlığı bizi kahrediyor, neden din kardeşlerimiz bize sahip çıkmıyor?.. Çocuklarımızı okula gönderemiyoruz, sosyal haklardan mahrumuz…” Başkan, bütün çektikleri sıkıntıları bizimle paylaşıyor, hatta mesele o kadar farklı boyutlara varıyor ki, bir an bizi Türkiye’den gelmiş milletvekilleri gibi algıladığını düşünüyoruz. Onu bu kadar dertlendiren sorunların bir kısmına tanık olunca söylediklerini anlayışla karşılıyoruz.
Dünya Müslümanları üzerinde ne kadar büyük bir vebal olduğunu hatırlatan bu siteminde çok haklı. İHH’nın ümmeti kucaklayan bu yardım faaliyetlerinin bu ağır sorumluluğu yerine getirmede ne büyük bir misyon üstlendiğini bir kez daha idrak ediyor ve Allah’a bu işte beni de aracı kıldığı için şükrediyorum.
Kampı gezmek için izin istiyoruz. Şahit olduklarımız karşısında başımız önde, yüzümüz yerde. Teknaf’taki kamplarda gördüğümüzün bir benzerini görüyoruz burada. Kamp bölgesi 3’e ayrılmış. Toplamda 16 bin aile yaşıyor, bu kamplarda. Aileler, ortalama 7’şer kişiden oluşuyor. 1. Bölgede 19 kamp, 2. ve 3. bölgede 7’şer kamp var. 5 bin kişinin yaşadığı bir kampta ise sadece 10 WC olduğu söyleniyor. “Devlet, yer dışında başka bir şey vermedi.” diyor, bir yetkili. Diğeri ekliyor: “ Biz burada açık hapishanede yaşıyoruz.” Gerçekten de durumları içler acısı. Dışarıda bir tulumba başında yıkanan insanlar görüyoruz. Çoğu yerde, pantolonlarımızın paçalarını sıvayarak yürümek zorundayız. Çamur lağım karışmış. Her yerde çöp yığınları ve kesif bir koku var; utanıyoruz burnumuzu kapatarak yürümeye. Yalın ayaklı çocuklar bu ortamda koşuşturuyorlar. Buranın temizlik probleminin mutlaka çözülmesi gerekir. Onlar bu durumu kanıksamışlar. Bölgeye bir sağlık ocağı açmak kadar önemli olan, belki bir çöp kamyonu almak ve işsizlikten dolayı öyle bekleşen erkeklere kampı temizleme görevi verilebilir.  
Ev denilen barakalara giriyoruz. 3-4 m2 var yok, daracık odalarda 7-8 kişi kalıyor. Hatta birçok odacıkta dededen toruna varıncaya dek 10 kişi tek bir odada birlikte kalıyorlar. İnsanın saçını ağartan bu tablo karşısında, onlara bir şeyler söylemeye çalışıyorum. Bu halin bir imtihan olduğunu söylerken çekiniyorum; ama yine de sabrı tavsiye ediyorum. “Dua edin.” diyorum. ” Perdesizdir sizin dualarınız, Allah’a direk ulaşır.”
Bir ara içimden: “Rabbim görmeseydim keşke.” diyecek oluyorum, “ağır bir sorumluluk bu …” sonra toparlanıp kendime geliyor ve bana gösterilen her şeyin benim imtihanım olduğunu hatırlıyorum.
Aklıma Bahreyn hava alanında gördüklerim geliyor, kahroluyorum.
“Allah’ım!” diyorum. “Biz faniyiz, bâki olan sensin; biz unutkanız, unutmayan sensin; biz aciziz, azîz olan sensin. Sen, ol dersin; her şey oluverir. Sana zorluk yok. Şu mazlum insanları kendi hallerine terk etme, bizi onlardan gafil eyleme; ama bizim gafletimize de onları bırakma.”
Çocuklara yanımızda var olan oyuncakları veriyoruz. Kadınlar da geliyor çocukların yanı sıra. Küçücük şeylerle nasıl da mutlu oluyorlar.
Burada da kurbanları kesip dağıtımını yapıyor ve bizi güler yüzle uğurlayan kardeşlerimizin yanından başımız eğik ayrılıyoruz.